28 Aralık 2010 Salı

Meryem

Geçen haftasonu cüzdan temizliğine giriştiğim sırada kimliklerimin arasından bir kolye çıktı -kolye mi, kolye ucu mu? bence kolye-. Ön yüzünde Meryem Hanım arz-ı endam eylemişler. Yine ön yüzde metal çerçeve boyunca anlamadığım/seçemediğim yazılar var. "Our Lady Of Ephesus" yazıyor, arka yüzde de.
"Acaba, acaba..?" diyerek yaptığım olası kaynak çalışmam başarısız oldu. Nereden geldi bulamadım ama Meryem Hanım benimle.



Hafızaya ne iyi geliyordu?


23 Aralık 2010 Perşembe

Sevgili Yekta Kopan

Sevgili Yekta Kopan,

Size bu mektubu soğuk bir Ankara sabahında yazıyorum. Ankara sabahları yılın sayılı günlerinde sıcak olur zaten. En deli sıcaklarda bile sabahları çorapsız giyilen eteklerin altındaki o sandaletlerde ayaklar sızlar inceden.

“İllallah” ajandam bana diyor ki 13 Mart 2010 Cumartesi günü Kara Kedinin Gölgesi isimli kitabınızı okumuşum. Nefes almadan bir kitaptan diğerine koştuğum, gözü dönmüş, obur bir vaktime denk gelmiş, hakkını verememişim öykülerinizin (ev ödevi-yeniden okuma). Satırlar, öyküler zihnime bir uğrayıp kitabın kapakları arasına geri dönmüşlerse de geride, bende bir hoşnutluk kalmıştı; bunu hatırlıyorum; “Keşke Hayalet Gemi’yle tanışlığımız daha uzun sürseydi,” diye hayıflandığımı da.

10 gün kadar önce 2010 Haldun Taner Öykü Ödülü’nü aldığınızı öğrenince, ödülü kendim almış gibi sevindim. Bu sevinçle hemen bir “Bir de Baktım Yoksun” edindim, dün akşam da okuma sırası kendisine geldi.

Sevgili Herzog’un kulakları çınlasın, dün akşam ilk öyküyü okuyup yatınca zihnimde size mektup yazmaya başladım. Göçebe hayatlarımızın üniversite sonrası bizi oraya buraya savurduğu vakitlerde - aslında tam da zarflara, pullara iyice sarılmam gereken o zamanda- telefonun kolaycılığına, klavyenin erişilebilirliğine kandım; hakiki mektuplara e-postaları kuma aldım. Hâlbuki hatırlayabildiğim kadarıyla ilkokul 3’ten beri çok azılı bir mektup yazıcısıydım (askerliğimi lisede parasız yatılı aşk mektupları yazıcısı olarak ifa ettim, efendim).

E-postanın güzelliği gönderdiğim mektubun bir suretini saklayabiliyor olmamdı. Tabi yıllar içerisinde kullanılan sanal adresler, işler, şehirler değiştikçe çok da nezih bir arşiv kalmadı elimde. Aslında bu güzellik, biraz da hinlik barındırıyor içerisinde. Bir mektup yazılmayı başardıysa, bir de yazıldığı kişiye ulaştıysa artık yazanın mülkiyetinden çıkmıştır, benim nazarımda. Ama gelin görün ki e-posta suretleri bu mülkiyete gizlice uzatılan bir dinleme cihazı gibi “sızma” amacı güder, gizliden gizliye.

Sahibine gönderilmeyen mektuplar ya defter sayfalarında ya kutular içerisinde piç gibi sürdürürler hayatlarını, kişisel varlıklarım dâhilinde. Zaman zaman yeniden okunurlar, bazen pek anlamsız bulunup hayatları sonlandırılır, kimi zaman da yeniden okunmak ama asla gönderilmemek üzere ikametgâhlarına yollanırlar.

Sahibine ulaşamayan mektuplar var, bir de. Vaktiyle bir eski sevgiliye yazdığım ama postada kaybolan mektup, ona yazdığım en içten, en güzel mektubumdu. Onun yazıp bana “elden verdiği” ve benim buhran içerisinde okumadan yırtıp attığım bir mektubu da onun narında bana yazdığı en müthiş mektupmuş. O mektuplar ulaşsaydı sahiplerine, bugün bambaşka bir yerde olur muyduk? Hiç zannetmiyorum. Hayat değiştiren mektuplar dönemi, diğer iletişim araçların yaygınlaşması ve gelişmesi ile sona erdi; yetişemedim ben o duygusal dönemlere.

Herzog’la canımdan çok sevdiğim Y.D. (29) tanıştırdı beni. 2009 yazının birkaç haftasını bu kitabın iki kopyasını bulmaya ant içmiş kadınlar olarak geçirdik. İyi kalpli kitapçılar başka şubelerini aradılar, sordular; internet kitapçılığı köşe bucak arandı; sonunda edindik iki kopya Herzog –arada Y.D. kendi kopyasını kaybetti ama yanlış hatırlamıyorsam buldu, sonrasında-. Herzog efendinin böyle olur olmaz, ölü canlı kişilere yazmış olduğu / yazmaya durduğu mektupları severek ve de “duygudaşlık” içerisinde okudum.

Göz hırsızlığı bazında pek severim başkalarının ama “basılmış” mektuplarını okumayı; biyografilere, günlüklere kayar hep gönlüm. Abidin Bey’in, Güzin Hanım’a tüm sevgisini verdiğini her sözcüğüyle hissettiren mektuplarına cevaben, Güzin Hanım’ın oşubu hesabına üçbeşon frank gönderdiğini yazdığı mektupları şaşkınlıkla okurum. Simone Hanım’ın tüm feminist görüşlerini rafa kaldırıp ilgisi dengesiz Nelson Bey’e döktürdüğü onlarca mektupla afallarım.



Sevgili Yekta Kopan,

Size bu mektubu, mektupla yaşadığım fırtınalı ilişkiyi anlatmak üzere yazmaya başlamamıştım ama dün gece ve bu sabah okuduğum enfes öyküleriniz içimi kaplayan yapağıyı havalandırdı, şimdi pıt pıt yere konuyor o minik bulutçuklar.

Sarmaşık’ta bahçeye girişiniz bana Rappaccini'nin Kızı Beatrice’nin bahçesine girerken yaşadığım ürpertiyi anımsattı. Sayfalar ilerledikçe böyle nadiren karşıma çıkan ama bayıldığım “tadına doyulmaz ince hüzün” midemde kıvranmaya başladı. Bir şeyi olduğundan az ya da fazla göstermemek sanırım en büyük meziyetlerden. Babanın gömleğine takılma hali, örneğin, benzer bir kurgu içerisinde ben olarak var olsam illa ki benim de takılacağım bir uyumsuzluk durumu. Rüyada mantık yürütmeye çalışmak gibi, “ben üniversiteyi uzattım, liseyi uzatmadım ki!” diye sevinçle yatakhane kâbusundan uyanmak gibi. Hayal içerisinde ayağını yere basmaya zorlamak, belki de tam olarak.

Portobello 22’ye sabah uğradım. Gece 02.00 sularında anlamsızca uyanmıştım, o anda aklımdan geçmedi değil kapıyı tıklatmak ama kendimi uyumaya ihtiyacım olduğuna ikna edip birkaç eksenel tur sonrasında uykuma ve anormal asansörlü rüyama devam ettim. Eğer o kapıyı gece aralasaymışım, sabahı hocadan önce selamlarmışım. Yekta’yla “yapamadığınız” iyi oldu. Yekta’nın “eşsizliği” sona erecekti; iki Yekta artık tek olmayacaktı. Bir algının, rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu bilmeden onun dumanıyla hayata devam etmek; küçük farklı anları kurcalamadan büyük sıradanlıklara çevirmemek; hayatla her daim flört etmek.. Korkak demeye dilim varmıyor, korumacı yaklaşımım; önermediğim ama sapmadığım sürece memnun kaldığım.



Akşam olsun da sizin “Kırmızı”nız bende hangi renge tekabül ediyor, göreyim bir an önce.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Bir Tek Şey Bil ki Önemli..

Biraz gecikmeli öğrendim Ossi Müzik adında birileri varmış, eski albümleri CD formatında yayınlıyorlarmış ve de çocukluğumun müthiş Ajda Pekkan & Beş Yıl Önce On Yıl Sonra albümünü de yayınlamışlar. Amcaların şekerlerine kanmadığım pazar gününde Küçük Vampir peşinde koşarken, o günün ilk saatlerinde gecikmeli okuduğum dergilerimde rastlaştığım albümü de edindim.




Maaile olduğumuz yılbaşıların etkisini yarattı bende, bu albümü yeniden dinlemek. Uyduruk 50-60 cm'lik plastik yılbaşı ağacımızı birbirinden yaratıcı süslerimle donattığım, illa ki yeni bir kıyafet giydiğim, babamın doldurduğu biraları çaktırmadan ablama pasladığım, Sanyo televizyonumuzdan Sanyo teybimize kablo marifetiyle çekim yaptığımız vakitleri buruk falan değil, gayet neşeyle andım.






Ananemin bana aldığı ilk kasedim olan Zekai Tunca'dan Bahar Çiçek Çiçek albümünü de edindim mi, misler gibi girerim ben bu yıla.

14 Aralık 2010 Salı

Kötü Amcalar, Teyzeler

Tek başıma, baştan alıyorum, “yalnız” başıma sinemaya gitme becerisi uzun zamandır edinmek istediğim bir yetenekti. Ruj sürmeyi öğrenmek, sigarayı bırakmak gibi 30 yaş hedeflerim arasında olmasa da üstesinden geldiğim zaman beni rahatlatıp, kimi zamanlarımı daha verimli ve eğlenceli geçirmemi sağlayacağını düşündüm hep. Yalnız başıma yapmaktan çekindiğim bu eylem benim için hep “üstesinden gelinecek” bir şey olmuş, bir önceki cümleyi yazarken fark etim.

 

Yalnız başıma tiyatroya gitme becerisini geçen sene edinmiştim, zaman zaman başvurduğum bu süper yeteneğim sayesinde, özellikle evimin dibindeki bir sahnede hasbel kader bulduğum biletlerle koştura koştura oyun izlemeye gidebiliyorum. Evimin dibinde sinemada bulunuyor ancak totomu henüz böyle bir motivasyonla kaldırmış değildim, ta ki geçtiğimiz Pazar gününe kadar.

 

Yaşadığım apartmanda “yaşayan” genç ve şen şakrak bir çiftin Cumartesi akşamı misafirleriyle gecenin 3’ünden sonra sapıtan neşesi sebebiyle bu Pazar sabahı Marcus’tan ve hoca efendiden epeyce erken uyandım. Bir süre sinirlenmeye devam ettim, sonra kalkıp camdan bakıp dışarıdaysalar hönkürmeyi planlayıp sesin apartman içinden geldiğini anlayıp yatağıma kös kös döndüm, yatağımda dakikalarca döndüm, en sonunda geçen aydan bu aya ötelenmiş başucu dergilerimi okuyup bitirdim, hava aydınlandıktan sonra kalktım, ıvır zıvır işlerden sonra kahvaltı yapıp kendimi evden dışarı attım.

 

Uykusuz hallerimin en sevecenlerinden olan huysuz modumdayken kitapçıda huysuzluk eden ve bir kalça darbesiyle sırada önüme geçen kadına benden beklenmeyecek bir sabır gösterdim (huysuz modum açıkken, uykusuzluk ataletim de devrede olabiliyormuş meğer). Neşeli bebek hoplatma saatleri sonrasında ismini açıklamak istemeyen bir alışveriş merkezinde sabah bulamadığım kitabı bulmanın verdiği mutlulukla sinemaya doğru yöneldim. Av Mevsimi 14.30 gösterimine bir bilet aldım.

 

Tam bu noktada bir kavga fırsatını kaçırdım. N ve N+1 doluydu, ben N-2 koltuğunu istedim, N ile aramızda bir boşluk kalsın, aman kimseyle dirseğim temas etmesin diye (koltuklara ilaçlı iğne koyuyorlarmış, enjektörle kezzap fışkırtıyorlarmış diye duydum!). Gişe görevlisi bana N-3’ü önerdi, arada 2 koltuk boş kalsın, ben yalnız geldim diye elalemin çiftlerinin illa ki benim seçtiğim sıradan izlemesine mani olmayayım diye. Sanırım atalet işlevinin devrede olmasından, “O zaman N+4’ü alayım,” dedim ve bir başka şanslı çifte daha bu muhteşem sırada yer edinme hakkı sağladım. Bir sonraki girişimimde benzer bir teklifle karşılaşırsam o gişe görevlisinin saçını başını…

 

Neyse, filme girdim. Pazar 14.30 seansı amcalar-teyzeler özel gösterimiymiş. Oturmadan önce koltukta iğne kontrolü yapmadım; kimse şeker, jelibon ikram etmeye kalkışmadı. Sinemaya beraberimde gelen organlarımla eve ulaştım. 

Olabiliyormuş.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Kaybettiğim Küpe Tekleri Gibi - 2



-bu küpecağızımın çok sayıda boncuğu ve bir eşi vardı zamanında. kendisinin has kalite plastik boncuklarını "ay bunlar sıvarovski mi?" diye onore eden bir tanışımın yorumuyla yaşadığı kafa karışıklığı belki de kendisini bu listede anmamın sebebi.-

- sevdiğim şık bir mağazadan kendime 28 yaş hediyesi olarak almıştım bu küpeleri. evimin kapasitesini ölçmek üzere yapmış olduğum ilk kalabalık ev davetimde kulaklarımda çilink çilink etmişlerdi kendileri. biri diğerini terk eyleyince, geride kalan pasa vermiş kendisini.-


-sevgili kız kardeşim 2004 yılında suluhan'dan 1 ila 1.5 tl'ye almıştı bu küpeleri bana. ouyuncu mor küpelerimin teki uzunca bir süre anamın babamın evinde saklanmış, sonra da ce-e marifetiyle ayrı kaldığı yavuklusuyla kavuşmuştu. ama kader yollarını bir kez daha, tahminen bu sefer sonsuza dek, ayırdı.-


- bu yavrularla çok kısa bir beraberliğimiz oldu. çok sevdiğim iş arkadaşım g.b. (29) benim gibi bir küpeseverdir. onun bu otantik hediyesinin teki dağ başıdan şehre gelen bir servis aracına koştuğum bir öğle sonrasında bütünlüğünü yitirdi, ne yazık ki.-



-sevgili kız kardeşimle bir cumartesi sabahı can çekişen karum ziyaretinde almış olduğum bu küpe ile çok iyi anlaşmıştık. "çeşit çeşit halkam olsun, gelsin kulağımda küpe dursun," kampanyama gönüllü katılan bu yavrunun teki kelebekler vadisi'nde gönülsüzce terk eyledi beni.-


-çok sevdiğim çocukluk arkadaşım i.ö.'nün (31) doğum günü hediyesiydi bu çubuklu boncuklu küpe ve kolyesi. neyle takacağımı bilemediğim vakitlerde benden ve kararsızlığımdan sıkılıp kaçtı, tez canlı teki.-



-zürafalı eşyalar toplama başladığım ilk zamanlardan kalma bu muhteşem küpenin tekini yakınlarda kaybttim. özellikle ciddi toplantılarda diğer toplantı katılımcılarının dikkatini dağıtmak üzere çok etkili bir silah olduğu gibi özünde en sevimsiz halimde beni neşelendirme enerjisine sahip gizli bir neşe bombasıdır. ah kırmızı zürafa ah! keşke terk eylemeseydin beni.-

15. Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali

İki senedir büyük bir heyecanla Tiyatro Festivali’ni bekliyorum, günler öncesinde oyunları seçip biletlerimi alıyorum.

Geçen sene pek çok oyun belirlemiş, birisinde müthiş sıkılmış, genelini beğenmiştim. İTÜ Taşkışla Sahnesi’nin oyunu Dikkat!Anarşist Düşebilir’e ve başrolde oynayan Öykü Gürpınar’a bayılmıştım. Ölü Kadınların Şarkısı’nda oynayan Bademler Köy Tiyatrosu’nun kadınları da enfesti. Tek bir oyun beni oldukça yordu, “Oyuncular keşke bir süre daha kendi aralarında provalarını sürdürselermiş,” dedim.

Bu sene de duyuruları takip ettim ve 5 oyun belirleyebildim. Gittiğim ilk oyun Mask-Kara Tiyatrosu’ndan Yalancı’nın Resmi oldu. Kadın oyuncu Belit Özükan’ı beğendim, doğal buldum. Tamer Levent’i daha önce Galileo'nin Yaşamı’nda izlemiş, o zaman da tekleme ve takılmalarına şaşırmıştım. Oyunun metninde zaman zaman zorlamalar hissettim. Hele açılış sahnesindeki perdenin bir yanından gelip, etrafa bakınıp, sonra diğer yanından çıkma halini, şu ortalama tiyatro seyircisi halimle kaç defa izlemek durumunda kaldığımı hesap edemedim. Memed Baydur’un izlediğim ilk oyunuymuş bu. İnternette şöyle bir gezinince pek çok övgü okudum hakkında. Ödev olsun bana merhumun oyunlarını takip etmek.

İkinci oyun büyük bir hevesle, koştura koştura gittiğimiz Marx’ın Dönüşü oldu. Kapıda son dakika yetişmesi için çırpınan H.C.S.’yi (29) beklerken ve bir yandan da Devlet Tiyatrolarının yardım kampanyası hakkında bilgi alırken kapıda beklemekte olan “cultur” görevlisi bizi içeriye almamaya karar verdi. “Burası sinema değil, burası tiyatro!” sözüyle gönüllerimizde yer edinen beyefendi, dirençli arkadaşlarımın ısrarına dayanamayarak “Tamam, girebilirsiniz ama yerinize oturamazsınız,” diye bize sınıfın köşesini gösterdi. Yaklaşık 1.5 saat süren oyunu sevgili arkadaşım M.A. (30) ayakta izlerken, Ö.K. (29) ve ben halıflekse yüzleşme çalışmaları kapsamında yerden bitme seyirci modeline katkılarımızı sağladık. Salon girişinde bizi “kesinlikle yerimize oturtmayan” bayan görevli, oyun boyunca topuklarını yere vura vura, çantalara çarpa çarpa mülteci edasıyla sığındığımız koltuk yanı aralığında, bileşenlerini tüm azmimizle bir arada tutmaya çabaladığımız dikkatimizi yerle bir etti. İlgimi sahneye yönlendirebildiğim anlarda oyunu çok beğeneceğimi hissettim ama o kadar çevresel uyaranla kendimi tam anlamıyla oyuna verdiğimi söylemem mümkün değil. Bir kez daha izlemek farz oldu, Genco Erkal’ın hakkını veremedik.

Üçüncü oyun Tiyatro Ti’den Ayışığı Tarifesi idi. Şenay Gürler’in oyununa bayıldım. Oyun, kadın-erkek ilişkisi çerçevesinde temel olarak kadınlık hallerini anlatıyordu ve karakterin başından geçenler genelinde olmasa da özelinde salonda bulunan pek çok kadının bir anısıyla temas etti. Bana eşlik eden şen şakrak arkadaşım B.T. (30) ile salonu inleten kahkahalara imza attık.

Pazar günü, bu B.T. çok güldü diye onu dünyanın en karanlık dans gösterisine götürdüm. Where is My Handkerchief Desdemona isimli gösteriyi İranlı grup Role sahneye koydu. Salon oldukça boştu. Işık kimi sahnelerde o kadar kendisini sakladı ki, sahnedeki oyuncuları görmekte zorlandım. Sırf vurmalılardan bir müzik çaldı oyun boyunca, güzeldi. Othello’dan adapte edilen gösteri öncesinde Othello okusam zihnimde herhangi bir şimşek çakar mıydı, emin değilim. Oyuncu olarak andığım dansçıların dansçı olduklarına dair tek emare bedenlerine son derece hakim olmalarıydı. Bunun dışında dans namına bir şey görmedim.


Son olarak bu akşam Müşfik Kenter'i izledik, Orhan Veli 30. Yıl Özel Programı'nda. Şiir gibi, pamuk gibi bir akşama başladık sayesinde. Başımızdan eksik olmasın.


Oyunların bitiminde TAKSAV görevlisi/yetkilisi olduğunu tahmin ettiğim çeşitli insanlar oyuncuların temsili bir kısmına plaket ve çiçek vermek istediler. Ancak bunu o kadar plansız yaptılar ki hemen hepsinde alkışları kabul edip sahneyi terk etmek üzere harekete geçen oyunculara koşarak yetişmek zorunda kaldılar. Bir kısım oyuncu çiçek ya da plaket alırken, diğerleri nezaketlerini koruyup sakince sahneyi terk ettiler.


Ya yorgun, sevimsizdim iki haftadır ya da bu sene pek de müthiş oyunlar, salonlar, organizasyonlar seçememişim kendime.

21 Kasım 2010 Pazar

Sağlıklı Yaşamanın Sırları

"Pürüzsüz, sivilcesiz, temiz bir cilde sahip olmak istiyorsanız, gece yatmadan önce yüzünüze krem gibi tuzlu tereyağı sürün.... Ancak, bu önerimi hali vakti yerinde olan hanımlar yerine getirsin. Yoksullar evdeki tereyağını sürekli yüzlerine sürüp tüketirlerse kocalarıyla araları açılabilir...."



-Fransız Profesör Al Yanaklı Pierre Moulin hali vakti yerinde bir hanım ile birlikte-

18 Kasım 2010 Perşembe

Okuma Yetisi

14.07.1995-16.07.1995 tarihleri arasında Sevgili Arsız Ölüm'ü, 21.07.1995-04.08.1995 tarihleri arasında Berci Kristin Çöp Masalları'nı okumuşum. Aradan geçen 15 yılda zihnimin açık, dikkatimin derli toplu olduğu bir dönem olmasını bekledim yeniden Latife Tekin okuyabilmek için. Doğrusu, okuduğumu anlayamamaktan korktum. Böyle bir korku geliştirdiğime göre bu süreçte başarısız bir girişimde bulunduğumu zannediyorum, net bir anım olmamakla birlikte.

Geçtiğimiz cumartesi akşamı cesaretimi toplayıp Aşk İşaretleri'ne başladım. 7 sayfa okudum. Kendime ertesi gün bir şans daha tanımaya karar verdim ve kitabı o gün için bir kenara bıraktım. Pazar günü o ilk 7 sayfayı yeniden okudum, biraz daha ilerledikten sonra kitabı algılamaya başladım ve kendimce bir şeyler anlayaraktan kitabı bitirdim. İlk denemede kitapla iletişime geçemememin nedenini belirleyemiyorum. Bu neden, anlayamayacağım yönünde kendimi şartlamam, yorgun olmam ya da gerçekten anlamamam olabilir; dediğim gibi ne olduğunu belirleyemiyorum.

Dönem dönem aç hayvanlar gibi -farklı bir benzetmede bulunamayacağım- seri bir şekilde kitap "tüketmem", çok ilgisiz türlerle sürekli ya da dönemsel ilgilenmem veya zihnimin başka şeylerle meşgul olması gibi sebeplerle okuduğum pek çok kitapla ilgili detayları hatırlamakta zorlanırım. Obsesif listelerimde, defterlerimde kayıt tutarım ama okuduklarımın bendeki etkisine dair çok nadiren yazılı olmayan içsel kayıtlarımda bir şeyler bulabilirim.

95'te okuduğum kitapları anımsamaya çalıştığımda çok etkilendiğimi, o vakte kadar okuduğum dillerden çok farklı bir dille karşılaştığımı ve hayranlık duyduğumu hatırlıyorum. Ancak şaşırtıcı bir şekilde o dönemde bu kitapları gayet iyi anladığıma inandığımı anımsıyorum. Bu noktada o yaşımda algıma olan güvenime soru işaretleri yöneltmekten kendimi alamıyorum. 15 yaşına kadar -kitabı okuduğum dönem dahil- basit bir İç Anadolu ilçesinde ne görmüş, ne yaşamış, ne duymuş, ne okumuş, ne izlemiş olabilirim ki Latife Tekin'i anlayabileyim? Muhteşem bir içgörüm, algım, zekam mı varmış? Diyelim ki varmış, sonra nereye kaybolmuş bu mülkiyetim? Belki de hayatım daha basit, bedenim daha zinde, kafam daha sakin olduğu için gerçekten bir okuduğumu ilk okuyuşumda tamamen anlayabilir bir berraklıktaydı algım. Asla emin olamayacağım, geçmişte nasıl bir okur olduğumdan.

Çok takıldım ben bu işe.

Prodüksiyon Hatası


Kaybettiğim Küpe Tekleri Gibi*

Çok eskileri hatırlamıyorum ama 2006 yazında, Afrikalı din kardeşlerimden bir bahar şenliğinde aldığım deri konik küpemin tekini tatil dönüşünde otobüste bıraktım. Diğer tekini de evimin muhteşem kalabalığında yitirdim -elbet bir gün bir yerlerden çıkar karşıma-. Bu ilk acılı kaybımın ardından kış aylarında atkı-bere kullanımıyla düzensiz aralıklarda küpelerimin tekleriyle vedalaşmaya başladım. Bir yerleştirme sanatçısı olarak galeriler nazarında pek kıymet arz etmediğim için muhteşem koleksiyonumu bu mecrada paylaşıyorum.



-bu muhteşem neşeli küpeyi 2 yıl önce "mahallemizin çarşısındaki" tuhafiyeden almıştım. sevimsiz günlerimde bile taktığım zaman kendilerini bana neşe vermişlerdi. tekini ne zaman kaybettiğim bilinmiyor.-


-bu küpeleri -bu tek ve evi terk eden eşini- ilk evin şehrinde anam babam beni ziyarete geldiğinde almıştım. tekini ne zaman kaybettiğim bilinmiyor.-


-ah! bu küpeleri ikinci el bir dolu şey satan bir dükkandan almıştım. büyük halka küpelere bayılmakla birlikte kendime yakıştıramazdım ancak bu küpenin sanki benim için yapıldığı ve o dükkanda hep beni beklediğini zannediyordum. uzunca bir beraberliğimiz oldu. bir dönem kulaklarımla bütünleşik bir yaşam sürdürdüler. bir fazla mesai sonrası eve döndüğümde bir adedi beni terk etmişti. yerini dolduramadım.-


- bu küpe haydan gelip huya gitti. annem kendi evlerinde bulmuş, sanırım kız kardeşiminmiş, ben tabi hemen üzerine kondum. çok sevgili arkadaşım a.ç'nin (30) evinde sızdığım bir gecenin sabahında teki kalmıştı. pakize'nin sakladığından şüpheleniyorum-
- bu küpe bir yakın dönem çalışması. rengiyle, deseniyle pek uyumluydu genel kostüm yaklaşımıma ama teki bu uyumu hissetmemiş olacak ki beni pek çok türdeşi gibi terk etti.-

- çok sevgili taze anne arkadaşım almıştı bu küpeyi. teli iple kaplama tekniğiyle daha önce karşılaşmamış olduğum gibi renklerin uyumuna da bayılmıştım. taktığım ilk gün eve kulağımda tek küpeyle döndüm.-

-çok kısa bir beraberlik yaşadığımız sarmal küpenin renk kompozisyonunda onun kadar başarılı olmayan bir benzerini edindim, yine taze anne arkadaşımla bir ne alacağımızı bilemediğimiz çarşı pazar dolaşmasında. ve yine birlikteliğimizin ilk gününde terk edildim. sarmal küpeyle imkansız ilişkiden bu ikinci denemede vazgeçtim.-
.

.

.
- illa ki devam edecek-


*: Akgün Akova'ya sevgilerimle.

13 Kasım 2010 Cumartesi

Ah Avrasya!

Fotoğraf makinasının içindekileri bilgisayara aktarma hususunda gösterdiğim tembelliğim henüz hayatımda bir sıkıntı oluşturmadı. Ama kimi eğlencelerden beni alıkoyuyormuş, bugün itibariyle fark ettim.

Bir grup arkadaşımla çeşitli badireler, bir takım satışlar atlattıktan sonra Avrasya Maratonu vesilesiyle köprüde yürüme etkinliğinde; sallanan zemin-bulanan mide ikilisine direnip, zar zor totomuzu korkuluklara dayayıp bir fotoğraf çektirmek istemişiz. Fotoğrafta 3 arkadaşım, bir amca kafası ve kafanın ardında kalmış ben ve 3 arkadaşım daha poz vermekte.

Amcayı kim bu kadar üzmüş, onu bilemiyorum.


16 Ekim 2010 Cumartesi

İlk Ev

Yaklaşık 3 yıl öncesine kadar yaşadığım şehirden Ankara'ya her gelişimde, içim burulur; dönüş yolunda otobanı terk etmeden evimi görünce "ama benim evim var," diye kendimi avuturdum. Aslında tam da avutma değil, gayet iyi hissederdim kendimi. Eve girip dünyanın en kalabalık boş odasına atardım valizimi. Bir sonraki seyahate kadar bir şekil boşalırdı o valiz.

Uzun zaman sonra birkaç saat geçirmek   üzere ilk evimin şehrine ulaşacağım birazdan. Burnum karıncalanıyor koşarak uzaklaştığım şehrin hiç şaşırtmayan gri ıslak sokaklarına yaklaştıkça.

5 Ekim 2010 Salı

Ofis Mobilyaları - 3

İlk ürünümüz sırt boyu ayarlanabilir pileysıteyşın koltuğu. Yaştan bağımsız boydan verimsiz oyuncuların da, boyuna posuna bakmadan oyun oynayan dalyanların da heyecanlı oyun anlarında sırt ve boyun bölgelerini incitmelerine mani olacak bir sırt yüksekliği ayarlama özelliği, bu eşsiz koltukta vücut buluyor.




-boyca zengin olmayan ev arkadaşı bu koltukta otursun-




-kapılardan sığmayan genç, arkalığı yükseltsin de oynasın-

ciddiyet takıntılı kargaları tarlalardan -ofislerde hep tarla olur ya, onlardan- uzak tutmak üzere yaratılmış -gözlerde yaşlar niyeee- korkuluk, yine doğanın sarılara büründüğü şu günlerde en gözde modellerden.



-kollarımı açtım, seni bekliyorum-

25 Eylül 2010 Cumartesi

Pastoral Bayram

Bu sene yaza geç başladığımı hissettiğim için elimden geldiğince yazı uzatma isteği içerisindeydim ama denize girebileceğim Ramazan Bayramı’nı 2 yıldır görmediğim babannemi görerek değerlendirmek istedim, sevgili kız kardeşim de aynı arzusunu anacığıma bildirmiş, aile boyu pek güzel bir bayram geçirdik.

Kuzenlerimiz de biz gidiyoruz diye köye ziyaret vakitlerini bize göre ayarladılar; babannem, çocukları, torunları ve bir de torun çocuğu eşek sıpası kocaman aile birlikteliği yaşadık, enfes oldu.

Saatlerin, vasıtaların, kostümlerin, hırsların, zorunlulukların olmadığı yer köy. Babama ve ablama dediğim gibi, bir de şort giysem enfes olacak yer. Gitmeden önce ailemden bana mukayet olmalarını istemiştim ama çatlayana kadar pişi yedim, pişman değilim!

Kız kardeşim ve benden başka köye gelen giden bir hayli azalmış gibi geldi bana. Emmimler ve biz babannemdeydik, halama kuzenler gelmişti. Bunun dışında bir de babamın teyze oğlu ve teyze torunlarını gördük bayram vesilesiye. Eskiden daha fazla ev gezerdik, daha fazla baklava ve yoğurt –köyde bayram ziyaretinde ortaya sini konur, üzerine baklava ve yoğurt getirilir- tüketirdik. Babamın teyzesi vefat etti, dayısı İzmir’e kızının yanına gitti, halası Ankara’da.. El öpecek büyüğümüz azaldı.

Bayram sabahı; bayram namazını kılarken ahali, annemle bahçelerde yürüyüş yaptık. İkinci sabah aile boyu yola döküldük; böğürtlenler, palamutlar, üzümler, pembe domatesler taklalar attı yol boyu bizimle.

Bana kusursuz bayram oldu, babannemin de mutlu olduğundan eminim.


-bubam bize ceviz toplarken-



-bağımızda kavaklar-




-bağda gün batımı-
-babannemin mutfağında hastası olduğum dolap. babannem eskisi gibi ekmekevinde ekmek yapamıyormuş, köye gelirken aldığımız pideler üzerinde-



-babannemin evinin arkasındaki bahçenin girişi. buraya neden kapı numarası verildiğine dair en ufak bir fikrim yok.-



-bayram sabahı evin arka bahçesinden topladığım domatesler (ya da toplamamın ardından tükettiklerimden geriye kalanlar)-


-bence bu lahana değil etobur bitki-



-gözünü sevdiğimin böğürtlenleri-



-bebeyken atkestanelerini çivilerle kavuşturup bebek yapardım, palamutları ıska geçmişim-


-halam bu bağı yeni edinmiş. pek güzeldi-

Kelebekler Vadisi

Ağustos ayının ilk haftasını Kelebekler Vadisi’nde geçirdim, birkaç arkadaşım ve tatil vesilesiyle yeni tanıştığım bir grup güzel insanla birlikte. Sakin ve kafa yormayan bir tatil arzusu içerisindeydim. Tatilin geneli de böyle ilerledi ancak son gününde canım sıkıldı, bu sıkıntım da bir süre devam etti. Bundan kelli yazmaya erindim. Ama yine de birkaç şey aktararak sevimsiz sonun üstesinden geldiğim, neşeyle andığım bir tatil olsun istedim.

Yola çıkmadan önce okuduğumuz yorumlarda eğer dövmemiz yoksa ortamda kendimizi yabancı hissedeceğimizden bahsediliyordu. Hemen hepimiz neremize, ne dövme yaptıracağımızı konuştuk tatil boyunca. Ancak dövmelerden daha fazla dikkatimizi çeken şey erkek çatalları oldu. Çalışan ve müdavimlerin erkek topluluğundan çatalını görmediğimiz adam kalmadı. Öyle ki yüz yıl çatal görmesem hafızama kazınanların anısıyla eksikliğini hissetmem.

Son derece sporcu bir ekiple birlikte orada olmam, tatil dönüşü göbek katmanlarımda eksilmeye yol açmadıysa da 1-2 kilocuktan arındım. Son derece sağlıklı beslendim. Genel tatil tüketim eğrilerimle kıyasladığımda son derece az alkol tükettim, her gün sabahın köründe bir aktiviteyle ayıldım, sebze yemeklerine doydum, bol bol yüzdüm, tırmandım ve yürüdüm. Ha bir de marsık gibi yandım.

Her gün gelen tatilci tekneleri hem kalabalık ve gürültü yapıyor hem de artlarında köpüklü deniz bırakıyordu. Anormal sıcak bir haftaya denk geldiğimiz için, tekneler uzaklaşıp dalgalar köpükleri açıklara sürükledikten sonra gün bitimine yakın saatlerde denize girmeyi tercih ettik.

Vadi tepesine –Faralya Köyü- ve Kabak Koyu’na yürüyüşler enfes oldu. En sevdiğim tatil etkinliklerimden ağaçtan incir toplayıp yeme eylemini bu yürüyüşlerde gerçekleştirebildim. Kaktüs meyvelerini toplamayı beceremedim ama babacığım sağolsun, 30 Ağustos Zafer ve Yazlıktaki Aileyi Ziyaret Etme Bayramı’nda bana kaktüs yedirdi.

Daha önce vadiyi defalarca ziyaret etmiş arkadaşlarımın “En kalabalık vaktinde gidiyorsun, mayıs veya eylülde gitmelisin,” yorumlarına hak verdim. Kalabalık vaktinde ne fazla 3-4 gün kalınmalıymış. Tenha, sakin vaktinde yine gider miyim, bilemiyorum.

Muhteşem fotoğrafçılık yeteneğimden enstantanelerle huzurlarınızdan ayrılıyorum.
-bu ne olduğunu anlayamadığım plastik deniz yaratığından birkaç adedini işletme sahipleri misafir çocuklar üstünde tepişsinler diye sahile salmışlar. şu yaşımda çekindiğim yaratıkla o yaşta oynamak istemezdim tahminen-
-"rock bar" isimli, gece yattıktan sonra çadırımıza müzik sesi ulaştırmayı beceren mekanın az ilerisinde hüsranla sonuçlanan bir sabahın körü balık tutma macerasında çekilmiş bu fotoğrafta azimli balıkçı (!) arkadaşlarımın uğraşlarına eşlik eden yoğun sidik kokusuna vesile olan "barda içerim, kayalığa işerim" gençliğini sevgiyle anıyorum-
-Kabak Koyu'nda suyun daha temiz olma olasılığına dair merakım, orada da büyük köpük kitleleriyle kucaklaşmamızla son buldu ancak denizin renginin daha çekici olduğunu inkar edemem-




-vadinin tepesinde Faralya Köyü-vadi sınırından bu foto. Faralya'daki pansiyonlarda, otelciklerde 1-2 gün kalmak enfes olabilir-


-hayatımda yediğim en leziz şeylerden biri mi, yoksa en lezizi mi karar veremedim henüz. kokusu bile başımı ağrıtan adaçayı nasıl güzel gitmişti yengeçle! bir de zencefilli ve soya soslu kalamar vardı ki yanında, tatilimin en güzel anlarına vesile oldular-

-gün batımından eğik kare, dikdörtgen de olabilir-


-ulu capoeira topluluğu, enfes şarkılarını söylerken-

21 Eylül 2010 Salı

Ofis Mobilyaları - 2

Simitçi Geyşa

Boynu bükük geyşa hanım, tepsi kılıklı başının üzerine yerleştireceği simitleri satmak suretiyle aile ekonomisine katkı sağlayabilir. Ataerkil toplumda beğeni toplayacağını tahmin ettiğimiz ezik, cefakâr bu modelin abisi sessiz uşak olarak giysi odalarında yerini çoktan aldı. Geyşanın simit dükkânlarına lansmanı 2010-2011 öğretim yılı açılışına yetiştirilmeye çalışılıyor.
-bey ne derse o olur-

-başımı eğerim, simidimi satarım-

Ekonomik Kafa Okul Çocuğu

Yeni eğitim-öğretim yılında mutsuz çocukların hayal arkadaşlarının vücut bulması için hazırlanan bu modellerde beyaz yakalı okul formaları retro bir yaklaşımla anılıyor. Hayal arkadaşının cinsiyet seçimi bir kalem kapağı değişikliği ile yapılabiliyor.


-kız çocuğu, insan çocuğuna kollarını açmış-


-oğlan çocuğu uçmaya hazırlanıyor-

5 Eylül 2010 Pazar

A la Belcik

Brüksel’le ilgili yazmak istediğim bazı şeyler vardı.

1. Gün:
Pazar sabahı indiğim in cin top oynayan şehirde gözlerimi açmaya çalışıp otelimi ararken bana yol soran gençler ne denli halk tipi olduğumu bir kez daha anımsattı bana. İlginçtir ki sordukları yeri tarif edebildim.

Uzun dolaşmalar sonunda Pazar öğle saatlerinde açık bulabildiğim tek kahve satan yer olan Yunan lokantasında zar zor anlaştığım amca bana espresso verdi ve yanında kurabiyecik ikram etti. Kısacık ziyaretim boyunca adam gibi bir kahve içemedim. Katılmak üzere gittiğim toplantıyı düzenleyen kurum sabahları kısa süreliğine kahve ikram ediyordu, sonra apar topar kaldırıyordu kahve makinalarını. Sonradan yakın mesafede kahve alabileceğim bir yer buldum ama pek de memnun kalmadım.

Tabi başka açık yerler varmış, mesela kaldığım otelin yakınındaki Türk mahallesinde etliekmekten Karadeniz pidesine kadar her türlü yağlı, hamurlu, kebaplı çözüm bulunmaktaydı. Ben şansımı kapısının önünde oturabileceğim bir kafeden yana kullandım. Kendileri saat 16.00 itibariyle yemek yayını kestikleri için şarabımın yanında çantamdan çıkan zor günlerin sadık dostu Etiform bana eşlik etti. Frankofon bir öğleden sonra geçirmeyi arzu etmiş olsam da kafede oturduğum sürece sokak çalgıcısı beyefendiden birkaç kez “no women no cry” dinlemek durumunda kaldım.

Süper uykusuzluk sonrası, “Ah Avrupa sanatı!” diye gittiğim şehrin her yerinde yüzüme yüzüme bağıran “Brussels Non European Art Fair” flamaları ve Brüksellilerin “Avrupa Dışı = Japonya + Afrika” yaklaşımları uykumu sevimsizce açmama yardımcı oldu. Hemen her galeride çok benzerlerini gördüğüm o maskeler olmasaydı, halim nice olurdu?

Oryante olmakta zorlandım. Haritayla uzun uzun bakıştık, ona yakın olmak için yaptığım hemen her hamle alakasız bir yerde sonlandı. Neşeli ve renkli modern sanat eserleriyle dolu bir galeride bana yardımcı olan tonton amca haritayı, bulunduğumuz noktayı ve beni kişisel uzayıma yerleştirmeyi başardı, sonrasını kazasız belasız hallettim. Ama niyet ettiğim müzeleri bulamadım, bulduklarıma da niyet etmedim.

-ıssız pazar gününde ufukta numune insan silüetleri-

Yalnız başıma gezememe özürüm Brüksel’de de nüksetti. Yorgunluk ve uykusuzluğumu bahane ederek gitmeyi planladığım birkaç yer ve etkinliği uykuya sattım. Ben uyudum uyandım hava kararmadı, uyudum uyandım kararmadı o hava. Ah o hava..

2. Gün:
Kahvaltıda aynı otelde kaldığım aynı toplantıya katılacağım kişilerle karşılaştım ancak kendileri sebebini çözemediğim bir acelecilikle benim kahvaltımı bitirmemi beklemeden toplantı mekânına ışınlandılar. Önümde zorlu bir yol vardı, ben hem tek başıma metroya (Microsoft yer altı treni dememi öneriyor ama öyle çok sevimli, ürkütücülüğünü yitiriyor) bineceğim hem de üzerine bir de arada hat değiştireceğim! Metin olmaya çalışsam da ürkek halim resepsiyondaki Afyon Elmadağlı gence etki etti, onun tarifiyle bir sonraki duraktan binerek alete hat değiştirmeksizin toplantı mekânına ulaştım.

Toplantıya girmeden arkadaşlarımın arkadaşlarıyla tanıştım (dünya üzerindeki bir kişiyle 6 kişi üzerinden mi tanış oluyorduk, 8 kişi üzerinden mi?), toplantısal görüşmeler haricinde de zamanı onlarla geçirdim. Öğle arasında yemeklerimizi alıp gittiğimiz parkın cami dibine konuşlanmış olması henüz hissetmeye başlamadığım memleket özleminin hiç oluşmamasına sebep oldu. Türkiye’den bir kurumun toplantı çıkışı düzenlediği kokteylde yediğimiz mercimekliler ve kadınbudu köftelerle zaman - mekan algım temelinden sarsıldı.

Kokteyl çıkışı otele uğramak üzere yöneldiğimiz metroda yangın çıkmış olması, taksilerin durmaya tenezzül etmemesi ayaklarımda derin bir acıya sebep oldu. Bu acının hepi topu yarım saatte vuku bulması, bu şehrin merkezi bölgelerini gezmek için ihtiyacım olan tek şeyin rahat pabuçlar olduğunu öğretti bana (topuklu pabuçlarla olan ilişkimi gelecekte irdeleyebileceğim gibi irdelemeksizin sevgi dolu acılı ilişkime devam da edebilirim).

Düztabana geçiş sonrası kararmak bilmez gecede benim ½ Pazar günü boyunca dolaşıp teğet dahi geçmediğim Grand Place bölgesinde dolaştık. İşeyen heykel çocuk (Bir gün bir gün bir çooocuk, oraya buraya işiyormuş. Onun peşini temizlemekten bıkan talihsiz anası “Eşek sıpası, bıktım senin sidiğinden [bu noktada Microsoft beni sözcüğün “argo veya kaba” olduğu hususunda uyarıyor, hâlbuki TDK hiç bundan bahsetmiyor], kör olmayasıca! Aziz Petro’ya (?) adak adadım bir daha oraya buraya işersen seni taş edecek, ben de 4 çileğe bir kepçe çikolata döküp 5 avrodan satıp paraya para demeyeceğim, ooh, sefam olsun demiş..) miniminicikmiş. Oysa küçüklüğümde tahminen Doğan Kardeş’te gördüğüm fotoğrafında daha çocuk boyutlu gelmişti bana. Algı işte, sağı solu belli olmuyor.
-miniminiciiik, miniminiciiik, miniminiminiminiminiminiciiiik-

Mercimeklileri eritecek kadar yürüdükten sonra oturduğumuz bir lokantada meşhur Brüksel midyesi Mussels ile tanıştım. Geçtiğimiz yıllarda geliştirmeye çabaladığım tiksinmeden yiyebilme yeteneğimin çok faydasını gördüm. Yüzlerce kez kullanılmış hijyen harikası tencerede gelen midye son derece lezzetli, bir o kadar da doyuruculuktan uzaktı. Eğer çok aç, yok yok, normal açlıkta otursaydım tencerenin başına ıcık cıcık uğraşırken midyelerle açlıktan bayılabilir, bayılmayıp sonuna kadar yemeyi başardığımda ise doymadığım için ağlayabilirdim. Bazen tokken yemek de faydalı olabiliyor.
-gözünü sevdiğimin midyeleri-

3. Gün:
Otel odalarına tez zamanda yayılma, uzun uzun toplanma becerisinde olduğum için mutlu değilim. Toplanma sonrası beni bekleyenlerin yanına hep vaktinde ulaşıyorum ancak bunun için gün aydınlanmadan uyanmam gerekiyor.

Toplantının 2. gününde öğle arasında bir İtalyan restoranında pizza yedik. Dışarıdan bakıldığında 2-3 masalı bir yermiş gibi görünen mekânın iç kısmına girince kendimi Balgat - Emek hattında pideci / kebapçı kuşağından geçer gibi hissettim. Çeşitli bakanlıklara mensup çalışanların yerini alan Avrupa Birliği Komisyonu çalışanları hınca hınç doldurdukları restoranda, boyunlarında kimlikleriyle, kaşarlı-kuşbaşılı pide yerine pizza tüketmekteydiler. Yarasın.


-sağdaki bayan gördüğüm en şık brüksel sakini-

Toplantı çıkışında koştura koştura sivil kostümlerimizi giyerek çeşitli hediye işlerimizi hallettik. Şehirde insanların dolaştığı, mağazaların açık olduğu bir zaman dilimi mevutmuş meğer ve biz onu ucundan da olsa yakalayabildik. Sonrasında milyon çeşit bira satan biracı Delirium'a ulaşıp Löwenbrau isteyip beyaz şarap servis edilmesinin ardından çok da yenilikçi olmayan bir bira ile hayatıma devam ettim. Seyahat sonrası da görüşmekten kendimi alıkoyamadığım sevgili arkadaşım ö.k.’yı (29) yeşil bira içme cesareti gösterdiği için bir kez daha kutluyorum.


-içme dedim, dinlemedi-


Mantıklı bir bilet seçiminin kurbanı olarak 3. gecede, kendisinden çok da bir şey anlamadığım Brüksel’den ayrılmamız gerekiyordu. Pasaport kontrol sonrası saat 20.30-21.00 sularında ulaşmış olduğumuz dış hatlar terminalinde tek bir dükkânın açık olmaması her daim aç bünyemi yıprattı. Kepenkleri indirmiş, temizliği devam eden bir büfeden yalvar yakar bir sandviç aldım. Uçağa biner binmez tüm bağrış çağrış çocuklara rağmen kısa sürede uyumayı başardım, hava halen aydınlıktı.


-havaalanında tanıştığım geridönüşüm çetesi, onlar da kalacakları başka yer olmadığı için oradalarmış-

Evo Gelin

Malzemeler:
Alt Hamur için:
►3 + su bardağı un
►3 yumurta (beyazı)
►1 paket kabartma tozu
►1 yk margarin
►½ sb ayçiçek yağı
►3 çk tuz
►1 sb yoğurt

Tavuk Efendi için:
►3 tavuk göğsü
►2 küçük kuru soğan
►1 yk zeytinyağı
►Karabiber
►Biberiye
►2 yk soya sosu

Duvak için:
1 sb un
3 yumurta sarısı
1yk margarin
1sb süt
1çk tuz
3-4 yk çekilmiş fındık

Hazırlanışı:

Çok sevgili “evo gelin” ne yazık ki yemeden önce fotolamayı unuttuğum güzide eserlerim arasında yer alıyor. Bir ar-ge projesi olarak başlayan bu çalışmada amaç “ev boyayan / taşıyan” gençleri lezzetli ve doyurucu; kompakt bir gıda ile beslemekti. Amacına ulaştığını umut ediyorum.

Başparmak büyüklüğünde doğranan tabık etini, zeytinyağında bir miktar kavrulmuş ve kendini bırakmış soğanlara ilave ettikten sonra arzu edilen (mesela miktar arzu edilmese de arzulansa, yemeğe şehvet bulaşır mı?) miktarda karabiber ve biberiye bu karışıma eklenir. Tavukların pişmesine az bir süre kala (yemek olayında göreceliğe bayılıyorum) iki yemek kaşığı soya sosu bu karışımla buluşturulur. Bir 5 dakika kadar da soya soslu pişirme işlemine devam edilir ve tavuk efendi soğutulmak üzere mutfağın nispeten serin bir köşesinde istirahata alınır.

-bu parmak büyüklüğünde şablon çıkartıyoruz-

Hamur karışımı yapılırken yumurtaların sarısı bu karışıma dâhil edilmez. Geriye kalan malzeme 3 su bardağı un ile önce karıştırılır, sonra bu işin karıştırmayla bir yere varmayacağı kabul edilir ve yoğurma işlemine başlanır. Tavukların altına uzanacak olan bu hamurun temas ettiğinizde elinizle yakınlık kurması, ayrılmak istediğinizde parmaklarınıza askıntı olmaması gerekmektedir. Bunun için hamur olmak amacıyla bir araya gelen karışıma kaşık kaşık un ilave edip yoğurmaya devam etmek istenilen kıvamı yakalamaya yardımcı olabilir. Boyacı tayfasına hitaben enstale ettiğim ilk versiyonda 3.5 su bardağı un kullanmış, yemeğin isim esini minnoş arkadaşımın “bunun hamuru kalın olmuş” yorumuna göğüs germiştim (boğazında durmadı). Taşıyıcılar sürümünde "3+kaşık kaşık" yöntemiyle yukarıda bahsi geçen kıvama ulaştım, nispeten daha başarılı bir oluşumla karşılaştım.

-boğazda durmayıp esin babasının midesine ilerleyen gelin kameralara el sallıyor-

Bu hamuru biraz dinlendirmek iyi oluyor. Bu hamur şöyle bir 5-10 dakika dinlenirken, gelin duvağı için hamurdan ayrılan 3 yumurta sarısı, diğer malzemelerle karıştırılır. Alt hamur yağlanmış tepsiye bir güzel yayılır. Tavuk, mümkün olduğunca suyundan ayrı tutularak bu hamurun üzerine yayılır ve tahta kaşık marifetiyle kibar hareketler eşliğinde hamurla samimiyet kurmasına yardımcı olunur. Duvak ile dikkatlice tavuğun üzeri kaplanır ve ısıtılmış olan fırına 200°C ısıyla buluşması için yollanır.

20 dakika sonra ince kıyılmış 3-4 yemek kaşığı fındık kırığı / kırıntısı duvağın üzerine serpilir ve 20-25 dakika daha pişirme işlemine devam edilir.

Gelinin sıcak sıcak tüketilmesi tavsiye edilir.

-sonra hoca demiş ki: “gelinin piştiğine inanıyorsun da yendiğine mi inanmıyorsun?”-