23 Ağustos 2011 Salı

Zürih'te Birkaç Saat

Retrospektif anlatımlarım devam ediyor. Bir seyahati, hadiseyi zamanında anlatmayınca; düzeltiyorum, hemen ardından aktarmayınca tadı biraz gazı kaçmış kolaya, ısınmış biraya benziyor ama yine de anlatasım var.

Haziran başı tatilimde sevgili arkadaşlarım C.T. ve E.S.’yi ziyaret etmek üzere Lozan’a doğru yola koyuldum. Biraz onların da itelemesiyle kendimden beklenmeyen bir performans göstererek internet otostopu marifetiyle süper hızlı ve ekonomik bir yolculukla 3 saatte Münih’ten Zürih’e ulaştım (Münih-Zürih’i sesli söylemek eğlenceli olabiliyor). Bana kalsa dakika oyalanmaz Zürih’ten ilk tren ile Lozan’a yollanırdım ama tembel turistliğimin bilincinde olan E.S., Zürih’te birkaç saat geçirmemi gerektirecek bir tren ayarladığı için zoraki turistçilik oynamaya çalıştım.

Şortla geçen nisan-mayıs sonrasında bir serin gelen haziran ayının bu ilk günlerinde sabahtan kısa pantelonla yola çıkmış olmanın verdiği hafif bir ürpertiyle, Türk olduğumu öğrenir öğrenmez pıflayan sevgili araç sahibi Moris’ten Zürih İstasyonu’nda ayrıldım. Geçirmiş olduğum uyku seyrek/alkol yoğun haftanın yorgunluğu ile caddeler arasında dolanmaya başladım. Ben yürüdükçe çantama birileri tuğla ekledi sanki. Muhteşem seyrüsefer yeteneğime güvenim olmadığı için bir takım üstgeçitlerden dolanıp, polis merkezinin çıkmaz sokak otoparkından çark edip en doğrusal mihenk noktası –şeridi (?)- olan nehre yöneldim. Kendisine paralel bir şekilde bir müddet ilerledikten sonra gözüme kestirdiğim bir kafeye oturup onların alengirli bir isim verdikleri ıspanaklı börek eşliğinde şarabımı yudumladım, mektuplarıma devam ettim.

Tren saati yaklaşırken yine kıyıdan kıyıdan Zürih’le vedalaşıp istasyona yöneldim.




Bu kadınlar, bir binanın girişi ile yolun karşı ve çapraz kısmını bağlayan bir üst geçidin duvarındalar. Cahil turist olarak neden orada olduklarını, girişi olan binanın ne binası olduğunu pek tabi öğrenmedim .






Dizi dizi köprülerden geçerken yüzüme bakan nehir. Tuna’dan sonra bu nehir deniz etkisi yarattı, deniz gibi kokuyordu. Sanırım denize hasret kalmanın etkisi de var bu algımda. Ankara’dayken deniz mi görüyordum? Hayır ama istesem 4 saatte denize ulaşabileceğimi biliyordum. Almanya’dayken tüm denizlerden yüzlerce kilometre uzakta olmak, benim gibi bozkır çocuğuna zor geldi, zaman zaman.






Üşengeç ve yorgun olmasam tırmanmaktan zevk alacağım basamaklar. Yeniden yolum düşerse, tırmangaçlı şehre, hafif bir yürüyüş kostümüyle dolaşmak isterim sokaklarını.




İstasyona dönerken park içinden nehir sureti.






“Avrupa’da gördüğüm karanlık şehirler” sergimden sanat kaygısı içermeyen bir çalışma. Panda bilem ağlıyor.


Münih'in Güzelleri - 2












Münih'in Güzelleri - 1

















Ingolstadt Fotoğrafları

Fotoğraf makinamın 5-10 Ingolstadt fotoğrafından 3-5’ini seçtim. Anlaşılan o ki aydınlık bir günde hiç foto aktivitesinde bulunmamışım.



İlk gittiğim hafta Tuna kıyısında oturup annemi aradığımda gördüğüm manzara. Elbet güneş açacak umuduyla gri gökyüzü ve henüz sinek basmamış nehir.





Yürümeyi en sevdiğim park. Şehir merkezinin kuzeyinden başlayıp, güneye kıvrılıp Tuna’ya bağlanıyor.




Doğum günü pastam ve mumu. “Buralarda çok yalnızım, atam,” bunalımına girmemek üzere tatlı iki arkadaşıma “Bugün benim yaş günüm, akşam yemek yiyelim,” kandırığı yaptım. İyi ki de yapmışım.



Çok canım arkadaşım A.B.S.Ç. ben yola düşmeden aramış taramış bana Ingolstadt Blues Festivali programını ulaştırmıştı. Gidebildiğim tek konser –sankim süper sosyal/kültürel hayatta etkinlikten etkinliğe koşar gibi- Samuel James beyin konseri oldu. Konser bir bira evindeydi. Amcalar, teyzeler masalarda sakince oturuyor, garsonlar sessizce servis yapıyor, Samuel Bey her şarkısından önce bir hikâye anlatıyordu. Sakin ve de güzel bir akşam oldu.



İlk konakladığım misafir evinin sokağı. Gece yarısından sonra oteline kadar arkadaşıma eşlik etmişim; köprülerden, alt geçitlerden güvenle geçmişim, dolunayda sokağıma ulaşmışım.




Sevgili gizli çılgın arkadaşım D.K. ile bilmemne festivalinde bindiğimiz, bağıra çağıra döndüğümüz alet. Arada sırada böyle tüm nefesimle çığlık atmak üzere böyle zımbırtılardan yardım almak fena olmayabilir.




17 Ağustos 2011 Çarşamba

Ingolstadt'ta 90 Günüm

Bir vakit yazmaya niyet ettim, sonrasında üzerime gelen uyuz eşekliği yazmama mani oldu. İlk önce şu kısmı yazmışım:

Bilgisayarımın beni terk etmeye meyletmiş olması, ağ bağlantılarına karşı kendisinin geliştirmiş olduğu duyarsızlık ve benim bunu değiştirmeye yönelik en ufak bir yönelimimin olmaması sebebiyle pek uzunca bir süredir buraya yazamadım. Buraya yazamadığım süreçte parmaklarımın dilleri şişmesin diye bir takım mektuplar döşendim, pek mesudum bu açıdan.



Bir süredir yüzünü göstermeyen ve beni bunalımdan bunalıma sürükleyen güneşin şu an tepemde helva kavurması, sevgili arkadaşım Ş.Z.'nin (32) bana bilgisayarını bırakıp yerel bir festivalin izini sürmesi, az sonra bitireceğim roze şarap vesilesiyle yazmaya başladım.
İç karartan odamdan foto makinasını alıp ara kablosunu almadığım için görselsiz bir metne imza atma hazırlığı içerisindeyim.
5 gün sonra bu memleketle bilinmeyen bir süre için vedalaşıyorum. Umudum ve onun beslediği inancım bir süre sonra tekrar bu semalarda balonlarımı gezdirmek yönünde.


Canım arkadaşım A.N.Ç.(31) Ingolstadt hayatımdan bir fotoroman beklese de şu şehirde nadiren foto çektim. Sevmemek, beğenmemek değil bu kibrimin sebebi; fotoğraf makinasıyla bir türlü samimiyet kuramamaktan, Japon turist benliğinden bir hayli uzak durmamdan. Hâlbuki sevgili babam pek küçümen olduğum yıllarda, bir yılbaşı öncesinde canım kız kardeşimle yılbaşı hediyemiz için sorduğumuz ardı arkası kesilmez sorularımızdan "ne renk?" sorusuna "her renk" cevabını verip soru işaretlerimize soru işareti eklemiş ve 24 poz çeken bir fotoğraf makinası almıştı bize ama yine de bende gelişmemiş bir alışkanlık fotoğraf çekme hadisesi.


Şu son karanlık haftaya kadar Ingolstadt, hakkını vermem lazım, beni pek üzmedi. Küçük, kolay bir şehir. Başlarda İngilizce bilen garson arayışıyla zaman harcamış olsak da sonrasında birkaç küçük Alaman sözcüğünü öğrenerek temel gıda ihtiyacımızı karşılayarak -maşallah- 3 ayı ölmeden geçirdik. Bu esnada marketlerden tuz yerine sarımsak tozu almış olabiliriz ama bunlar ufak dil kazaları.


Ingolstadt benzerleriyle kıyaslandığında görece büyük bir "ilçe". Geldiğimizden bu yana 1 hafta sonunu neye yönelik olduğunu bilmediğimiz herhangi bir festivalsiz geçirmedik. Hemen hiçbirini ziyaret etme ihtiyacı duymadım. Şarap festivali olduğunu sonradan öğrendiğimiz okazyonda bira içen bir milletin hemen her festivalini bira içmeye adadığını düşünmekteyim. Octoberfest şu an itibariyle herhangi bir anlam ve özlem içermiyor bünyemde. İÇİLECEK diyebilirim sadece.


Bu maceram öncesinde görmüş olduğum tek Avrupa şehri Brüksel'di. Çok sevdiğim kıyaslama eylemiyle daha güzel bir şehir olduğunu söyleyebilirim. Sokaklar daha temiz, doğa daha güzel. Evet, büyük değil; evet, tam anlamıyla gezemedim Brüksel'i ama daha içten bir şehircik.


Sevgili Tuna Nehri havaların ısınmasıyla bir sinek yuvası oldu. O parktan bu parka sürdürdüğüm akşamüstü yürüyüşlerimde nehir kenarına ulaştığımda ağzıma gözüme dolan sineklerin kas kitleme katkısını yadsıyamam. Doğayla barışık, mahlûkatla iç içe hayat. Sevgili kız kardeşimin ziyareti esnasında karşılaştığımız ceylan ve tavşan evlatlarını, görevli bulunduğum güzide şirkette ofis binamın hemen yanı başında spatula kılıklı koca kuyruğunu endamlı endamlı sallayan kunduzu da anayım bu noktada.



Evet, böyle yazmışım.


5 gün sonra Ingolstadt yağmur ve doluyla uğurladı beni. Nisan ve mayıs aylarını şortla geçirip çeşitli amele yanıklarına imza attıktan sonra haziran ayında bot/çizme-polar birlikteliğine dönüş yapmam güneş seven bünyemi biraz huysuz yaptı. Haziran ayında, İsa sağ olsun, bir dolu tatil vardı ancak ilk tatilde –asansiyon- Lozan’a gidebildim. İyi ki de gittim, Lozan ayrı bir başlığı hak ediyor.



Ingolstadt’ı sevgiyle anıyor muyum, peki? Anabilirim. Elinden geleni verdi bana bu şehir, benim almaya niyetli olduğum kadarını. Savaş/silah, tıp, çiftçilik (?) müzesi gibi muhteşem yerlerini gezme gereği görmedim. Ayağımın, bacağımın dayandığı kadarıyla, yürüyebildiğim kadarıyla gezdim şehri. Bir seferinde şehrin bitişine ulaştım, çok eğlendim kendimle, tabi aynı yolu gerisin geri dönüp ilk su satan yerde 5 dakika satıcıyla cebelleşip, dehidre olma riskini atlattıktan sonra (kırmızı diz operasyonu).



Çok güzel ıslandım, Ingolstadt’ta. Ayakkabılarımın içleri dışları pırıl pırıl oldu şakacı yağmurlarla.



Çok severek mektuplar yazdım. Gözüme bir yer kestirdim, keyfime bağlı olarak içeceğim her neydiyse onu yudumlarken mektuplar döktürdüm, zaman zaman hafif sarhoş.



Az sayıda ama güzel birkaç insan tanıdım, hayatımın devam edecekse kalan kısmında da görüşmek isteyeceğim.


Sanırım hayatımın en güvenli üç ayını geçirdim. Kılığıma dikkat etmedim, istediğim saatte istediğim yerde dolaştım, çantamı kollayıp durmadım, barda saatlerce yalnız oturup kimsenin lüzumsuz lafına sözüne maruz kalmadım. Tam da olması gerektiği gibi.


İlk konaklama yerim –birkaç günlük otel sefaletinden sonra- birlikte orada bulunduğum diğerlerinin çok beğenmediği, benimse evim gibi benimsediğim bir yer oldu. Mart ayından Almanya seyahatine kadar kardeşimin salonunda mülteci hayatı sürdüğüm için kendime ait bir alanımın olması beni gayet mutlu etti. Küçük balkonumda güzel kitaplar okudum, karşımda hemen her gün alakasız bir müzik türünü dinlettiren dans okulunun penceresiyle. Kuşlar bıcırdadı tepemde. Geceleri köşedeki Irish Pub’dan çıkan gençlerin neşesine zaman zaman güldüm, zaman zaman sövdüm. Merkezdeydi, sevmiştim (ühü).



Sonrasında kendimce ekonomi yapmak, kaynaklarımı bol tatilli haziran ayı gezmelerine yönlendirmek üzere bir başka bir konaklama yerine taşındım veee sığamadım!! İşletmeci odama ilave dolap koyduğu halde sıkış tıkıştım. Az eşyayla yaşamayı öğrenmeyi hedeflediğim bu macerama yaklaşık 60 kg eşya ile başladığım yetmezmiş gibi arada Türkiye’ye gidip gelenlerin getirmiş olduğu pabuçlar, kılıklar, kitaplar ile mal varlığım daha da çoğalmıştı. 9 yılımı heba ettiğim yurt yaşantımı sıklıkla andım bu dönemde, sürekli bir sığışma çabası, her daim dağınıklık –hâlbuki ne derli toplu insanımdır-. Haziran ayının muhteşem gri havası da bu daracık odaya eklenince en bayık evrelerimden birini yaşadım. İşten çok geç çıkıp, bazen yemek dâhi yemeden gelip odama kapanarak iç karartıma, karartı ekledim. Sonuç olarak bu maceramda az eşyayla yaşamayı değil, içime sinmeyen bir yerde yaşamamam gerektiğini öğrendim. Aferin bana.


Almanya hikâyemin ikinci bölümüne Münih’te devam etme arzusundayım. Bakalım başarılı olacak mıyım?