22 Ekim 2011 Cumartesi

Göçebe


Barınma

Silke Teyze'nin evinde iki hafta geçirdim. Çamaşır makinası için jeton aldığım, ikimizin de tek kelime anlamadığı bir konuşma gerçekleştirdiğimiz leopar desenli kürk mantolu (madonna) Alman teyze ve October Fest sevdalısı çapraz komşularım dışında apartman içinde neredeyse kimseyle karşılaşmadan; tıngır mıngır gelen ve her binişimde ölmeme duası ettiğim asansörle boşluğa yuvarlanmadan iki haftamı tamamladım. Sonrasında D.G.'nin evine geçtim.

D.G.'nin evi, aynı D.G. gibi neşeli ve güleryüzlü karşıladı beni. İşteki lüzumsuz yoğunluk sebebiyle iki hafta boyunca 05.00'te kalkıp, önce metrobüse, sonra metroya, en sonunda da şirket otobüsüne binip 07.05'te ofisi törenle açtığım berbat yorucu günlerin akşamında bu eve ulaşmak beni dinlendirdi. Evde son iki günümü canım tollimle geçirdikten sonra şubat ayı sonuna kadar kalacağım canım evime geçiş yaptım. Beni evsiz barksız bırakmayan sevgili D.G.'yi sevgiyle kucaklıyorum.

Canım evim, tam da istediğim gibi Haidhausen yöresinde. Pek tatlı ev sahiplerim 4.5 aylık bir tatile giderken evlerini tüm konforuyla bana bıraktılar. Artık 05.45'te kalkıyorum, 5 dakika yürüyerek otobüsüme binebiliyorum.

Dün erkenden kendimi uykunun kollarına bıraktığım için, bugün sabahın köründe enerjiyle uyandım. Hava tahmininde gül yüzünü bizden esirgemeyeceğini bildiren güneşin kompil gri gökyüzünde bir delik açmasını bekliyorum, çevre gezisine çıkmak için.

Soğukla Mücadele Ekibi

Hava bir gün 20 derece iken ertesi gün çat diye 10'a düşüyor. Bu bende kış aylarında yenmek üzere buzluğa kalkmadan kaynar suya atılan taze fasulyenin yaşadığı şok etkisini yaratıyor. Sonra hava birer derece birer derece ısınırken günden güne, ilk yediğim soğuğun etkisiyle direncim artıyor. Hava tekrar 10 derece soğuduğunda ağlamıyorum artık. Bu arada bir kere hasta olup antibiyotiğe saldırmış olsam da alışıyor gibiyim. Sadece dün sabah evden çıkarken 0 derece olan havanın henüz sonbahar iklimini temsil ettiğini hatırlamak arada içimi ürpertiyor. Ev sahibim kalın palto ve sağlam pabuçla hiçbir şeyden korkmamam gerektiğini söylemiş olsa da kar maskesine de sıcak bakmıyor değilim.

Bence October Fest..

Festivalle ilk görüşmemiz şirket organizasyonu ile oldu. Gittiğimiz çadırın balkonlu bölgesinde bulunduğumuz için ergen sarhoşlarla çok samimi olmadım. En efendi, sakin gördüğüm Alman iş arkadaşlarımın kollarını anlamsızca sallayıp bir ağızdan söyledikleri Almanca şarkılarla eğlendim, biraya doydum.

İkinci karşılaşmamız bir cumartesi akşamüstü insan seli içerisinde milim milim ilerlemek, çadırlara girmeye tenezzül dahi etmemek, işeyenlerden sakınmak ve kendimi alandan zor atmak suretinde gerçekleşti.

Bir başka akşam İspanyol kardeşlerimle gittim. Ergen sarhoşların biralarıyla yıkandım, hafiften de çakır olup canım arkadaşım M.A.'yı arayıp "Yanımda siz olmadıktan sonra neye yarar elin festivali?" yakarışında bulundum.

Son olarak D.G. ile atıldığımız macerada bizim toplamımız x 2 ebatlarındaki güvenlik görevlisinin itiş kakışına maruz kaldıktan sonra, "hay ben böyle festivalin.." diyerek kendisiyle vedalaştım.

Ankara'da hayatımı sürdürürken böyle bir festivali görmek için çabalar mıydım? Hayır. Ne kadar bira sever bir insan olsam da memleketin daha sakin bir vaktinde insani koşullar dahilinde içip eğlenmeyi tercih ederdim. Rio olsa mesela, farklı bir şey göreceğim diye heyecan duyardım. Ama sanırım hangi milletten olursa olsun bu kadar sarhoş yoğun bir ortamda içime fenalıklar doluyor. Yine de Ankara'dan teşrif edip şehri onurlandıran K.A. ile Z.G. iyi ki festival aşkıyla yollara düşmüşler, bir haftasonum onlarla renklendi.

Festivalin en gürültücü topluluğu İtalyanlar, en azimlileri Erasmus gençleri, en çok eğlenenleri Bavyeralılar; benim gözlemlediğim. Her yaştan amca ve teyzenin yerel kostümlerle sarhoş olduğu festival boyunca genç kızların kıyafetlere özgün yaklaşımlar getirdiği gözlemlenirken, erkek koleksiyonunun en heyecan verici parçasının iri ilmekli hırkalar olması tasarımcıların erkek koleksiyonuna çok da zaman ayırmadığını kanıtlıyor bizlere (Vogue Münih edisyonu).

Sanırım rezervasyon olmadığı sürece bir sonraki festivalde çok da zorlamam şansımı (elitist yaklaşımlar).

Abidin

M. Şehmus Güzel'in üç ciltlik Abidin Dino kitabına heyecanla başladım. Şehmus Bey, lafı o kadar dolandırmış ki hayatımın en eziyetli okuma deneyimlerinden birisini yaşadım. Kendisi gerçekten kitabı hazırlamak için çok çaba sarf etmiş, pek çok kişiyle görüşmüş, bir çok araştırmada bulunmuş. Sadece Abidin'i değil, bahsi geçen dönemlerdeki Türkiye ve Avrupa sanatçılarını, siyasetçilerini tanıtan bir "yaratı" merkezde duruyor; etrafında tel kadayıf misali lafı uzatan, dolandıran, konuyu unutturan bir laf kalabalığı.. "Bunu zamanı gelince anlatacağız.. Abidin bunu söylerken yanılıyor olmalı.. Zaten böyle olacağını görmemiş miydik.." gibi okuru kitaptan iten bir anlatım. Sade bir ifade yaklaşımıyla yazılsaydı bu kitap, eminim ilk cildi 450 yerine 200 sayfaya sığardı. Haftalarca gezdik kitapla birlikte, ilk cildi acılar içerisinde bitirdim; şimdi ikincisi için güç topluyorum.