22 Mayıs 2012 Salı

Münih Yeme İçme Rehberciği (Açlıkla Sınanmaması Gereken İnsanlar-1)


Münühümüzde yeme içme namına ne öğrendiysem genelde birilerinden öğrendim. Maceracı bir lezzet avcısı olmayı dilerdim pek tabi ama olmadım. Münih Türk Gücü’nden M.Ö., İ.H.S. ve D.G. elimden tutup bir kısım yerleri gösterdiler. Bunun haricinde –cocido hariç- yeme içme zevklerimizin çokça uyuştuğu İspanyol kardeşlerim bana Bavyera yöresinin ölümcül domuz boynu ve domuz dirseği yemekleri arasında sağ kalmanın yollarını, yerlerini öğrettiler. Minnettarım. D. Femili’nin Münih çıkarması öncesinde bir derleyip toparlamıştım. Kendileriyle yaptığımız keşif ve yeni deneyimlerle güncellenmiş listem huzurlarınızda:

İtalyancılar:

Bir numaram, Vinaiolo. İlk ziyaretimizi güneşli bir akşamüstünün kıç donduran akşamında sevgili tollimle yapmıştık. Sonrasında birkaç kere daha gitme fırsatım oldu. Milch Strasse’deki evimin hemen yanı başında, hakiki İtalyan Vinaiolo (ilk seferde ismini telaffuz etmeyi bir türlü beceremiyorum) zamanında Michelin yıldızlıymış. U.D. ile yıldızları neden kaybetmiş olabileceklerini değerlendirdik. Acaba bana çatal getirmekte geciktikleri için mi? Acaba aperatifleri üç dakika geç servis ettikleri için mi?.. Bilemedik (yıldız kriterleri hakkında zerre fikrim yok). Son ziyaretimizde “Keşke öncesinde biraz şarap çalışsaydım,” diye aklımdan geçirdim. Neyse ki seçimimiz lezzetli çıktı. Her gidişimde yemek öncesinde şefin ikramı bir öncekinden farklıydı, menü farklıydı, ilgi ve servis hızı aynıydı. Cuma ve ctesi daha yoğun oluyor, gün içinde rezervasyon sıkıntılı. Pazar nispeten tenha oluyor, romantik Pazar akşamı için tercih edilebilir. Tattıklarımdan favorilerim geyik eti, tuzda çupra (dorado imiş) ve son seferde içtiğimiz çilekli prosecco oldu. İngilizce menü mevcut, İtalyan garsonlar da gayet güzel İngilizce konuşuyorlar.

İki numaram, Nero. İspanyol halkının sıklıkla ziyaret ettiği yerlerden. Sevgili R.B.B.’yi, “En sevdiğim Bavyera yemeği, pizza!” söylemiyle anmak istiyorum bu noktada. Bir numarama kıyasla çok daha ekonomik tabi ama alengirli yemekler yerine bildik yemeklerin lezzetli versiyonlarını tatmak için uygun. Her zaman pek kibar ve mümkün olduğunca seri davranan garsonlarına olan sevgimde D. Femili ile yaptığımız son ziyarette bir soru işareti boşluğu oluştu. Garson’dan İngilizce menü istedim. Sadece Almanca menü olduğunu söyledi. Bir önceki hafta İngilizce menüye baktığımı söyleyince “sadece akşam yemekleri için” dedi. Sonrasında sevgili Adolf, İngilizce sorduğum, söylediğim her şeye Almanca yanıt verdi. Bavyera nezaket krallığına adaymış bu sene, sonradan öğrendim. Diğer öğrendiğim şey ise öğle menüsünün kısıtlı menü olduğu. Favorim steak tartar.

Guido Al Duomo, Marienplatz yakınındaki katedralin hemen yanında (Irish pub, burayı bulma çalışmalarında iyi bir mihenk noktası olabilir, hemen yanında). Küçük bir yer, çok zengin bir menüsü yok ama menüdeki her şey lezzetli. Makarnaları enfes. Bununla birlikte en az Vinaiolo kadar pahalı. Benzer yemekler çok daha uygun fiyatlara Nero’da ve hatta Vinaiolo’da yenilebilir. Merkezde ve nispeten turistik –Münih ne kadar turistik olabilirse- bölgede bulunması dışında fiyatları açıklayabilecek bir sebep göremiyorum. Garsonlarla İngilizce anlaşmak mümkün.

Bavyeracılar:

Marienplatz’da eski belediye binasının bodrum katı, Ratskeller. Bina eski, güzel ve bakımlı. Bir o kadar da kocaman. Koridorlar boyunca ilerledikçe sağda solda farklı farklı salonlarla karşılaşıyorsunuz. Dipteki salon akşamları müzikli olabiliyor. Bavyera haricinde de yemekler mevcut. İngilizce menü var, garsonlar İngilizce konuşuyorlar –şehrin göbek deliğinde olunca mantıklı tabi ki-. Fiyatlar ne çok uçuk, ne çok ucuz. Yaş ortalaması sayesinde Münih’te kendimi en genç hissettiğim yer. Retrospektif şarap güzelleri fotoğraf “sergisi” güzellik kavramının kat ettiği yola ilişkin lokal bir deneme.

Augustiner, yerel bira üreticilerinden. Kendilerini Helles alanında yaptıkları çalışmalar nedeniyle ölümüne takdir ediyorum. Şehrin çeşitli yerlerinde restoranları var. Diğerlerini ziyaret etmedim ama Karlsplatz-Marienplatz hattı üzerindekini, özellikle bahçesini pek seviyorum, İstanbul etkisi yaratıyor.

Bavyera’nın hası Hofbräuhaus! Bir başka yerel üretici. Restoran her daim kalabalık. Çok aç gitmişseniz, servisi beklerken yanınızdakinin kolunu yemeniz gerekebilir. Muhteşem canlı yerel müzik ile iletişimde bağırma yöntemine yönelmeniz mümkün. Turistler, yerel giysili Münihli tontonlar, gençler, iş adamları.. Son derece karışık bir kitle. Yemekler vasat, obadzası güzel (çok yağlı değil), birası lezzetli, ortamı otantik, fiyatlar normal. İngilizce menü mevcut ve garsonlarla İngilizce iletişim mümkün.

Ve Diğerleri:

Restaurant Preysinggarten’ı sevmemin lezzetle bir alakası yok. Ortamı seviyorum. Kış vakti içerisi sıcacık oluyor –kast ettiğim tam olarak “cosy”-. Güzel ve de güler yüzlü garson kızların boynuna sarılasım, numune tek erkek –ve kıl- garsona nanik yapasım geliyor. Haidhausen’de olmasını seviyorum sanırsam, bir de. Caddesini seviyorum. Bahçesini seviyorum. Bahçesinde oturup yazmasını seviyorum. Sevgim dolup dolup taşıyor..

Ablamın keşfi, Schrannenhalle. Viktuelen Markt’ın çağdaş yorumu olarak alt katı türlü çeşit yiyecek, içecek ve ıvır zıvırla dolu modern bir hal. Üst katında küçük bir restoranı var. Güler yüzlü garsonlar İngilizce biliyorlar, İngilizce menü de mevcut. Çok zengin bir menüsü yok ama merkezi bir yerde düzgün bir yemek için alternatif. Bahar gelince dışarıya da masaları atmışlardı ve serviste aksama yoktu.

Cafe im Müllerschen Volksbad, Münih’te en sevdiğim bahçe. ‎Deutches Museum’un karşısında, köprünün dibinde. Halk havuzunun girişindeki kafe. Ben azimle havanın yağışsız olduğu zamanlarda bahçesini kullandım, hiç iç kısmında vakit geçirmedim. Otururken bir yandan zemin titriyor, her geçen tramvayla; bir yandan ayaklarınızın dibinde minnoş farecikler dolanıyor. Yemekleri lezzetli, garsonları sabırlı, fiyatlar makul. Kahvaltı haricindeki yemekler için İngilizce menü bulunuyor. Garsonların hepsi olmasa da en az birisi İngilizce konuşuyor ve bütün gün dolanıp durmalarına rağmen gece yarısında bile gülümsemeyi eksik etmiyorlar. Münih’te hemen her yer 23.00 sonrasında dışarıda alkol alımını yasaklasa da, burada daha geç saatlere ulaşabiliyorsunuz, sanırım çevrede hane olmamasıyla alakalı bir ayrıcalık. İş çıkışı servis sonrası yürüyerek gitmek, güneşle optimize bir masa bulmak, soğuk içkim -her ne ise o gün- eşliğinde okumak ya da yazmak, güneş batıp iyice titreyene kadar direnmek. Tey tey..

Asya Mutfağı:

Tembelliğe ulaştığım noktada beğendiğim yerlerin adresleri sıralamakla yetineceğim.

Cocido

Yıllar yıllar sonra torunlarım, “Anane sen böyle sarkıp, büzüşmeden önce bir Almanya macerası yaşamışsın, bize anlatır mısın Almanya’da ne öğrendiğini Alman kültürüne dair?” diye sorsalar, ağzımdan laf alıp yarım yamalak hafızamla beni maskaraya çevirmeye çalışsalar onlara “Ben size Almanya’da İspanyol kültüründen ne öğrendiğimi anlatayım, şapşal evlatlarım,” derim.

Şubat ayının ilk ctesi günü ölümüne soğuk geçecek diye hafta başından söylentiler dolaşmaya başlamıştı ofiste. Kıçı kurtlu İspanyol kardeşlerim bir tam günü evde geçirme korkusuyla panik halindeydiler. Resmi yazışmalar sonucunda o dönem ikamet ettiğim Einstein caddesinin en aydınlık evinde öğle saatlerinde buluşup, cocido pişirip çatlayana kadar yemek yemeye karar verdik.

Cuma öğleden sonra ofisi ilk servisle terk edip, Ostbahnhof’ta da servisi terk edip ben Türk bakkalına, kardeşlerim İspanyol bakkalına mühimmat toplama amacıyla yollandı(k). Bakkaldan hızımı alamayıp Sultan Unlu Mamuller’den de baklava ve kadayıf aldıktan sonra eve ulaştım.

Stuttgart güzellerinin geldiği hafta sonu kendimi kaybedip hafta boyunca yiyeceğim kadar çok yemek yaptığım için kendimi frenlemeye niyetliydim. Lakin mutfağa girince ve cocido’yu sevmeyeceğime dair yoğun önyargım etkisini artırınca yine kendimi kaybettim. Cuma akşamı ve ctesi sabahı kuru patlıcan kavurmasından köfteye, zeytinyağlı taze fasulyeden (kış ortasında nereden çıktığını bilmiyorum ama müthiş ötesi tazelikteydi) humusa, ıspanaklı börekten kabak kavurmasına kadar elimden ne geliyorsa pişirdim. 5 kişi değil de 25 kişi gelse benim yaptığım bölümle kimse aç kalmazdı. Yine de dolaba sığmayan yiyecekleri balkona koymam hata olmuş, sabah hepsini mikrodalga marifetiyle çözdürmem gerekti.



-Evcil ejderim Ignacio yemeklere sarkarken-


Ama assolistimiz cocido idi. Hafta boyunca ağızlarının suyu aka aka anlattıkları yemeği düşündükçe içim bir tuhaf oluyordu. Nitekim malzemeler ortaya çıktıkça bir hoş hissetmeye başladım. Değişik renk, ebat, doku ve kokularda etler, yağlar, sucuklar. Nora’nın en büyük tencereleri ocağın üstüne teşrif ettiler, etler pişti bir yerde, nohutlar başka bir yerde. Sonra etin suyundan şehriyeli bir çorba yaptı şef aşçı J.I.d.C.V.. Çorbada kırmızı mercimeğin varlığı da pek makbulmüş fakat sevgili huysuz R.B.B. mercimek sevmediğinden ona hiç bulaşmadık.



-etler ve nohut helles'in önünde arzı endam eyliyor, sebzeler de onun önünde-

Efendim, yemeğin pişmesi yaklaşık 3 saat sürdü. Bu süreyi enfes İspanyol şaraplarından tadarak ve yemeklerime yağan övgüleri kabul ederek geçirdim. Anneciğim, hazır harçla yapmış olduğum köftelerin bu denli övgü aldığını duysaydı, bir daha buzluğumu kendi yapımı köftelerle doldurmazdı. Onlar cocido’ya yer kalsın diye endişelenirken ben huzurla karnımı doyuruyordum.


Şefimiz öncelikle çorbayı servis etti. Gerçekten lezzetliydi, inkâr edemem. Sonrasında nohut ve etler geldi. Nohutla ilişkim üç ayda bir, bir kepçe samimiyetinde olduğu için “ay ben çok almiyiiim” dedim. Söz dinletemedim. Yanına da etler ve yağlar geldi. Yağ haricindekilerin hepsinin tadına baktım. Morcilla bu noktada hayatıma girdi. Sonrasında da bir kere daha karşılaşabildik ama olsun. Kendisi kan sosisi. Müthiş ağır bir kokusu ve lezzeti var. Morcilla’yı düşündükçe şu şarkı çalıyor zihnimde, “bir günah gibi, gizledim seni…” Garip bir şey, böyle hem tiksinme hem arzu hissediyorum bu ete ya da et olmasına inanmak istediğim şeye karşı. Daha sonra közde pişmiş versiyonunu yedim, çok daha başarılıydı.



Gün boyunca yemeye ve içmeye devam ettik. Balkon konusunda akıllanmadığım için –hâlbuki her gelen donma tehlikesini atlatmanın mutlu kırmızılığıyla dalıyordu eve- bira ve tonikleri, kolaları balkonda önce dondurup ardından kaloriferde çözdürdük. Sonra da çöpe attık. Saçma sapan konulu filmler serisinden Spaceballs ve Snatch’i izledik. Big Lebovski’de midemle gözkapaklarım arasındaki hattın gerginliğine daha fazla dayanamadım, misafirlerimin samimiyetine inanaraktan başıma battaniye çekmek suretiyle uykuya daldım.


Gece yarısında misafirlerimi yolcu ederken geride küçük bir orduya yetecek kadar yiyecek, katiyen yemeye devam etmeyeceğim cocido ve balkonda yeniden unutulmuş donuk içecekler kalmıştı.

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Şubat-Mart-Nisan Güzelleri

Böyle yazınca çok acıklı oldu, sanki ocak ayı başlı başına güzel doğurganıyken şubat-mart-nisanda ancak ucubeler okumuşum gibi hissettim. Yok, gerçekten de öyle olmadı.

Şubat ayına pek tabi ki Barış Bıçakçı ile başladım. Artık kitaplara “Kesin bunda beğenmeyeceğim bir şey çıkacak karşıma,” diye kendimi alenen şartlayarak başlıyorum ama yine yine ve yine hayran kalarak okumaya devam ediyorum. Ankara sevdalısı değilim, sanırım beni Ankara’dan vurmadı Sinek Isırıklarının Müellifi. Eryaman da, yaşadığım veya yaşamaya planladığım yer değil ama her şey çok yalın, çok anlaşılır. Olaylar çok sade, süssüz, abartısız. Öle bayıla okudum yine.

Pedro Mairal’in Kayıp Parça kitabını şubat ayı başında bir solukta okumuşum. Latin Amerika’nın cazibesini alışageldiğim ve sevdiğim nispeten yaşlı yazarların aslen son derece beğendiğim masalsı, süslü anlatımlar yerine; daha genç ve sade bir yazımla sunan güzel bir öykü, orijinal adı Salvatierra olan bu roman. Salvatierra, anlatıcının babası; dilsiz bir ressam. Babanın ölümünün ardından anlatıcı ve kardeşinin babanın sessiz hayatına yaptıkları yolculuk, kitapta bize sunulan. Aynı kıtadan doğan pek çok kitap gibi masal tatlılığında ama dil “Keşke anadilinden okuyabilseydim,” dedirtecek sadelikte.

Sanırım son dönem okuma beğenimi en çok etkileyen şey dil sadeliği ve anlatım sadeliği. Üst üste Barış Bıçakçı okumalarım, Julian Barnes’ı anadilinde okuma çabalarım mı bu beğeniyi tetikledi yoksa ben sadelik istediğim için mi bu kitapları yakın dönemlerde okuduğum diğer kitaplara kıyasla daha çok sevdim; tam kestiremiyorum. Ama okuma hallerimde dönem dönem farklılıklar yaşamayı pek seviyorum.

Karaduygun, az önce anlattığım anlatımın biraz ötesinde duruyor. Sema Kaygusuz’un kitaptaki dili zorlamalarla, şişirmelerle dolu değil; sade değilse de sakin. Ama öyküler dolambaçlı, kıvrımlı, burgaçlı. Aralarda Birhan Keskin selamlaşmaları ile öyküden öyküye ilerlerken bir öncekinin etkisinden kurtulmadan bir sonraki öykü sarmaladı beynimi. Biraz da bu sebepten hızla okumuşum, bir günde bitirmişim kitabı. Sanırım bir kere daha, daha sakin okumamı fazlasıyla hak ediyor, Karaduygun.

Bu üç ayın en çok sevdiğim çocuk kitapları Behiç Ak’tan Vapurları Seven Çocuk ve İrem Uşar’dan Fenerden Taşınan Işık oldular. Günışığı Kitaplığı’nın kitapları gerçekten de günümü aydınlatıyor. İşler sarpa sarıp keyfim sık sık kaçtığında çocuk kitaplarına koşturuyorum. Neşelenmeyi ve dalga geçmeyi hatırlatıyorlar bana. Behiç Ak’ın yazarlığıyla üniversite yıllarımda Yıldızların Tembelliği sayesinde tanışmıştım, sonrasında birkaç tiyatro oyununu izleme fırsatı bulmuştum. Çocuk kitaplarına ise yine Günışığı’ndan çıkan Galata'nın Tembel Martısı ile başlamıştım. Çizimini de, öyküsünü de çok seviyorum Behiç Ak’ın. Fenerden Taşınan Işık’ın tombul haylazını Huban Korman çizmiş, tam da ısırmalık çizmiş. İrem Uşar’ı ilk defa okudum, çok da sevdim. Çocuk öykülerini kusursuz mutlu sonla bitirmeyip, mevcut olumsuzluğu dramatize etmeden ama kabullenebilir düzeye indirgeyen yazarların boynuna sarılasım geliyor. Uff, şimdi Gece Güneşi’nden bahsetmezsem olmaz! Karin Karakaşlı dünya tatlısı iki kardeş yaratmış, özellikle de dünyanın en muhteşem ablasını (ama bu noktada yanılıyor; en muhteşem abla, benim ablam!). Abla kardeşini mutlu etmek için türlü fikirler üretiyor, sağduyulu anne de bu fikirleri uygulamak üzere planlara ortak oluyor. Sıcak, neşeli bir hikâye.

Nisan ayımın sürprizi tesadüfen gördüğüm ama bir şekilde aklımın bir kuytusunda yer etmiş olan Sue Townsend’den The Woman Who Went to Bed For a Year oldu. Süper aylak bir Münih ctesisinde sevgili M.Ö. ve İ.H.S. ile aylak aylak raflara bakınırken The Gloomster ve The Very Hungry Caterpillar’ı elime almış (Sonradan canım Y.D. (Y.D. kısaltmalarında A. Dumas Fils/Pere çağrışımı içerisindeyim) dedi ki, Axel Scheffler ve Eric Carle çocuk yazınında pek sevilen, pek bilinen isimlermiş), J.C. Oates’in Mudwoman’ı ile flört ederken gördüm, yataktaki kadını. Kitap bana “Oku beni! Oku beni!” diye bağırıyordu. Ben de kırmadım kendisini. Sonra maceralı bir 4 gün geçirdim sevgili Eva ile. Eva’yı ne kadar sevdiysem, Brian’dan o kadar tiksindim. İkiz yavrularına acıdım. Annelerinden huylandım. Eva’nın eylemsizlik isteği o kadar çekici geldi ki, bende yatağa girip bir yıl çıkmamak istedim. Eva’nın yataktaki kadından yatıra dönüşümünü hayretle izledim. Kitabın genelinde çok eğlendim, Sue Townsend’in mizahına bayıldım. Arada az buz duygusal anlarım da olmadı değil, bu süreç içerisinde, ama neşeli bir dönem oldu.

Nisan ayı, senenin ilk altı ayı için kendime ödev verdiğim Vakıf Serisi’ni bitirdiğim ay oldu, aynı zamanda. Sari Heldon’la geçen macera dolu aylarım zaman zaman zorunlu bir birlikteliğin bayat tadını verdi. Tanışma kitabı Vakıf Kurulurken, heyecanlı bir başlangıçtı. Vakıf’a geçtiğimde Hari’yle daha fazla zaman geçiremeyecek olmanın hüznünü yaşadım. Vakıf ve İmparatorluk’ta yeni bir maceraya atıldım. Zaman içerisinde hızlı zıplamalar ve sıçramalar yaparken zaman zaman emeklediğimi hissettim. İkinci Vakıf ve Vakıf’ın Sınırı ile tavan yapan heyecanım, Vakıf İleri’de önce törpülendi, sonra sönümlendi. Son kitap Vakıf ve Dünya’yı serinin güzel başlangıcının hatırına okudum resmen. Sonra şöyle bir düşündüm de çok iyi yaptım, seriyi okumakla. Ne kazandım dersem; eğlence kazandım, hayal gücüm cilalandı, Asimov’la nispeten samimi olduk (geçmişte çok az kitabını okumuşum). Pek çok kadın kahraman vardı seri boyunca ve hemen hepsi kilit karakterlerdi, bu da çok hoşuma gitti. Ama ikinci bir Asimov seansım olur mu? Bu yıl değil! Senenin ikinci yarısı için ödevim İnce Memed. Bakalım üstesinden gelebilecek miyim bu geç kalmış okumanın?

Görsel Günce


Son dakika saldırması ile “En azından listemin başındakileri görmeliyim!” önceliklendirmesiyle Münihimizin görsel sanat alanlarına koşturdum. Sonbaharda –ki ne zaman sonlanıp kışa döndüğünü anlayamadım- müze ziyaretlerini kışa ötelemiştim. Kış aylarında ise “içim açılsın diye kıçım donmasın” teknolojisiyle evcağızımı bekledim.
Bir ocak ayı hafta sonuma neşe getiren sevgili Stuttgart güzelleri ile aylarca gidemediğim –ve fakat eve yürüme mesafesinde* olan- Paolo Pellegrin sergisini ziyaret ettik. Fotoğrafların geneli etkileyiciydi, tsunami sonrasının fotoğrafları çok hüzünlüydü. Favorim sergi afişiyle haftalarca beynime kazınan aşağıdaki fotoğraf oldu. Fotoğraflar üzerine kurgulanmış iki belgesellerden iki adedini de izledik, Guantanamo’yu anlatan içimize içimize işledi.

Egon Schiele sergisinin afişlerini de sıklıkla görüyor ama içimde sergiye gitmeye yönelik bir merak bulamıyordum. Sevgili Hernan, Münih’e ulaşmadan önce çok hevesliymiş bu sergiyi ziyarete, sağolsun, elimizden tuttu götürdü bizi de sergiye. Kendisi, yaşamı, eserleri hakkında bilgi sahibi değildim. Sergi düzenleyicilerin üşenmedikleri düzeye** kadar bilgi edinme fırsatım oldu. Serginin bir bölümünde hemen her Almanca metin İngilizce’ye çevrilmişken, kimi bölümlerde bu konuya yönelik hiçbir çaba harcanmamıştı. Sanırım ben ressamların hayatlarıyla eserlerine kıyasla daha çok ilgileniyorum. Pek romantik.



-Sergi afişindeki otoportre. Genç Werther’in Acıları’nın kapağından bana göz kırpmıştı geçtiğimiz seneler içinde.-

Schiele’nin en çok kadınlarını sevdim. Kadınlarının deli deli bakan gözlerini, delirmek için sıralarını bekleyen kadınların gözlerini.

Georgia O’Keeffe ile kendisinin hayranı bir arkadaşımın elimden tutup götürdüğü sergi vesilesiyle tanıştım. Yine hayatıyla, eserlerinden çok ilgilendim. Fotoğraf sanatçısı Alfred Stieglitz yeteneğini keşfetmiş, son derece cinsiyet ayrımcı sanat ortamlarında onun elinden tutmuş ve hak ettiği ilgi ve başarıya ulaşması için destekçisi olmuş. Tüm bu artistik kariyer hamleleri esnasında O’Keeffe ve Stieglitz tanıştıktan kısa bir süre sonra sevgili olmuşlar, Stieglitz hâlihazırda biraz çıkarlarının kurbanı olduğu bir evlilik sürdürürken ve sekiz yıl sonrasında evlenmeyi başarabilmişler (aslında buradaki başarı boşanma başarısı). Yirmi küsur yılı birlikte, sanat ve saadet içerisinde geçirdikten sonra yaşça O’Keeffe’ten epey büyük olan Stieglitz hayata gözlerini yummuş. Hayatının kalan 40 yılını yalnız geçirmiş, Georgia O’Keeffe.
Birliktelikleri boyunca Stigelitz, O,Keeffe’in çok sayıda fotoğrafını çekmiş; portreler, nüler.. Bu fotoğraflarda görüntülenen kadın, bu kadının yaptığı resimlerin önüne geçmeye başlamış zaman içerisinde ve ortak bir kararla çift bu fotoğrafların sergilenmesine son vermişler.

-güçlü ve muzır bakışlar-
Resimlerinde çeşitli dönemlerden geçmiş G. O’Keeffe: Şehir resimleri –çoğunlukla New York-; çiçek ve bitki resimleri –favorimi ne yazık ki nette bulamıyorum-; çöl, gökyüzü ve iskeletli resimler. Çiçek ve bitki resimleri doğrudan genital organlara işaret etmese de onları çağrıştıran kıvrımlar ve gölgelemelerle dolu. Serginin geneline dair İngilizce açıklama bulunuyordu ancak çeşitli ebatlardaki kataloglar sadece Almanca hazırlanmış. İnatlaştım ve almadım katalogu, o enfes romantik/erotik ağaç gövdelerinin birbirlerine temasından mahrum kaldım.

-sergi afişinde de kullanılan, ofis bilgisayarımın kasasının üzerinden bana gülümseyen çiçekler-
Filmini de bulsak***, izlesek.
Münih’te pinakotekh maceram, Ingolstadt yaşayanıyken çok yanlış bir seçimle Altes olanından başlamış, içim yüzlerce ve geneli birbirinden çirkin İsa resmiyle kıyım kıyım kıyılmıştı. Onun yerine beni gerseler, o denli içim acırdı. Veya dirildiğinde –bir daha dirilecek, değil mi?- kendisini ne denli çirkin ve estetik karşıtı çizdikleri görse geçmiş acılarını unutur, yenileriyle baş edebilmek için yoğunlaştırılmış terapi seanslarına başlardı.
Dükkânı kapatıyoruz endişesiyle Pinakotekh der Modern’e gitmek üzere pis yağmurlu soğuk bir Pazar günü yola düştüm. (Hâlbuki güneşli bir eylül pazarında uzunca bir yürüyüş sonrasında binaya ulaşmış, karşısındaki bir kafede prosecco aperol’le soluklanayım derken Y.D.’ye yazmaya başlamış ve bilmem kaçıncı kadehimde kapanmasına 3 saat kaldığını fark edip gerisin geri yürümüştüm bir sonraki mektup istasyonuma. Ha bu sefer saatlerce mi gezdim müzeyi? Hayır, yaklaşık 3 saat.) Karlsplatz metro istasyonundan bineceğim tramvayına uygun bir noktadan yeryüzüne çıkmaya çabaladıysam da başarılı olamadım. Sonunda pes edip alakasız bir yerden çıktım, birkaç kaldırım geçtikten sonra yine yer altından istediğim durağa ulaştım (anlatırken içim bayıldı, ararken iyi dayanmışım).
Müzeyi gezmeye John Pawson sergisi ile başladım. Ardından sürekli sergi bölümlerinde bir miktar dolanıp 1960’lar sonrasında Amerikan fotoğrafçıların sokak fotoğraflarının yer aldığı True Stories sergisine yollandım. In the Space of the Beholder – Contemporary Sculpture’daki yapıtları da gördükten sonra daimi sergi alanlarını ziyaret ettim ve tasarım bölümüne doğru ilerledim. Daimi sergi galerilerinin bir kısmında tadilat vardı, bu sebeple kendilerini göremedim.

-500 Japon çelik işçisine çikolata verilmiş ve çikolatanın folyoları ile heykelcikler yapmaları istenmiş-


Tasarım bölümü pek kalabalık, pek düzensiz geldi gözüme. Dolambaçlı salyangoz gibi oldum bir aşağı, bir yukarı dolanırken. Gizemli kapıların ardından takılar, kıvrım kıvrım yollara dağıtılmış koltuklar, arabalar, motorlar… Yordu beni, hakikatle yordu.
Neu Pinakotekh başka bir bahara kaldı.
Paolo Pellegrin sergisinin düzenlendiği mekân, bu serginin ardından bir başka Magnum fotoğrafçısı Eve Arnold’ın Hommage sergisine ev sahipliği yaptı. Eve Arnold, pek çok geçmiş dönem ünlüsünü, ünlü oldukları dönemlerde fotoğraflamış. Marilyn Monroe ile yakın bir ilişkileri varmış. MM’nin ne kadar güzel bir kadın olduğunu bir kez daha hatırlamış oldum bu vesileyle. Pırıltılı hayatların yanı sıra çeşitli Asya / Afrika ülkelerinde de çalışmaları olmuş. En çok beğendiklerim bir dergi için yapmış olduğu Harlem'de defile fotoğrafları oldu.



Martın son haftası Ankara’ya büyük göç gerçekleşti. Sonrasında plansız programsız bir şekilde Münih’e seyahat etmem planlandı. İlk seyahatte canlarım D. Femili ile bir hafta sonumuzu kesiştirdik (ikinci seyahat planlandığı şekilde tabi ki gerçekleşmedi, ne zaman gerçekleşeceği ve ne kadar süreceği bir bilinmeyen an itibariyle). Marienplatz’daki çok meşhur oyuncak müzesini ve BMW müzesini kendileriyle birlikte gezdim.
Oyuncak müzesi tam bir hayal kırıklığıydı. Ne hayal etmiştim, çok kestiremiyorum ama daha fazla çeşitlilikte daha uzun bir dönemi kapsayan bir oyuncak seçkisi bekliyordum sanırım. Bulduğum ise sanki ananemin sandığından çıkanlardı. Yine de ailemizin küçüğü Y.D. (22 ay) gördükleriyle neşeli dakikalar yaşamadı değil, “Ay bu muymuş?” suratsızlığındaki büyüklerine rağmen.
BMW müzesi ise görmeyi çok arzu etmediğim halde gayetten görülesi bir müze oldu, görsel geçmiş hanemde. Welt kısmını daha önce görmüştüm lakin müze pek daha cafcaflıymış. Girişte tasarım sürecini görselleştiren uçar kaçmaz küreler bizi karşıladı. Uçak motorları, motosikletler, arabalar, diğer motorlar.. Mühendislerin yüz karası olduğum için deli divane olmadım ama sıkılmadım da. En alt katta René Gruau sergisi saklanmış, benim için. Arabalara harcadığım zamandan çoğunu sanırsam, muhteşem çizimlere ağzım açık bakarken harcadım.


 
Ve tabi ki halen Deutches Museum’a gitmedim.
*: Bu cümlenin özelinde “yürüme mesafesi” 10-15 dakikalık yürüyüşle erişilebilirliği tanımlıyor. Lakin ben bu kavramı zaman zaman çok hatalı kullanıyorum. Misal, birisi benden bir şey rica ettiğinde “aa orası yürüme mesafesinde!” diyorum ama benim için 30-45 dakikalık yollar da yürüme mesafesinde, havalar anormal soğuk/yağışlı olmadığı sürece. Zaman algımın toptan bir güncellemeye ihtiyacı var.
**: Geçtiğimiz hafta sonu Cermodern’de Dali ile Escher ve Çağdaşları sergilerini gezdim. Escher sergisinde açıklayıcı metin zaten eser miktardaydı. Her iki sergide de resim isimleri haricinde İngilizce açıklama bulunmuyordu. Münih’in çok sayıda yabancı barındırması ve gündelik yaşamda irtibat kurmak zorunda kaldığım hemen hemen herkesin İngilizce anlaması/konuşması (İngilizce konuşamıyorsa ve Türkçe’yi/Türkiyeliliği reddetmiyorsa kalanların çoğuyla da Türkçe anlaşmak mümkün); sergi broşürlerinin Almanca ve İngilizce hazırlanması; kayıttan sesli rehberliğin İngilizce olması gibi nedenlerin bana kazandırdığı şımarıklıkla yazılı tüm sergi materyalinin İngilizce çevirilerinin olmasını beklemem ne denli doğru, bilemiyorum. Birçok yabancı çalışanın/yaşayanın bulunduğu Ankara’da pek meşhur ressamların sergilerinde de benzer bir uygulama olmalı mı? Yoksa herkes memleketinde mi sanat takip etmeli? Performansa yönelik bir kısım sanatı izlemekten çoktan vazgeçmişken yaşadığım memleketin anadilini öğrenmediğim için çekmek durumunda olduğum bir ceza mıdır bu? Münih ve/veya Ankara turistik şehirler kabul edilse farklı bir uygulamayla karşılaşır mıydım? Bilemiyorum.

***: G.A., ellerinden öper!

20 Mayıs 2012 Pazar

Uluslararası Dostluk Ödülü


Ankara’ya döneceğimin tarih olarak değil de eylem olarak az çok belli olduğu günlerde, dünyanın en enerjik insanı D.G. soğuktan totolarımızın buz kalıbına dönüştüğü bir Cuma akşamında beni evden çıkarmayı başardı ve kendisinin organize ettiği Marcio Schuster & Paulo Vinicius konserini izlememe vesile oldu. Konser sonrasında her ikimiz de yorgunluktan yıkılmak üzereyken benim asosyalliğimden dertlenerek beni bir Avusturyalı, bir Brezilyalı ve bir Arjantinli ile tanıştırdı. Sonra gecenin bir yarısı kendimi bu üç adamla nereye gittiğini bilmediğim bir tramvayda buldum.
Tahminen Sonnenstrasse’de bir caz kulübüne gittik. Avusturyalı Herman sırtındaki çantasından çıkarttığı saksafonu ile içinde bulunduğumuz küçük sahneli küçük odadaki jam session’a katıldı. Kendisini ve çalanları sürekli değişen sahne halkını izlerken Güney Amerika halkına nereden tanıştıklarını sordum. Almanca kursu için başka bir şehre gelmişler, bu hafta sonu Münih’i geziyorlarmış. Herman ile coach surfing’den tanışlarmış, hatta ertesi akşam kalacakları yer yokmuş. Dünyanın en anaç ve misafirperver (ve alkollü) Türk kızı olarak, “Ay o zaman bana gelin yarın akşam!” demiş bulundum bu açıklama üzerine. Cep telefonum grevde olduğu için ev telefonu, mail adresleri değiştirildi. Bu esnada D.G.’de mekâna ulaştı (ben çok emindim, “Ben arkadan gelirim!” dediğinde beni elin ecnebileriyle sokağa attığından ama utandırdı arkadaşım beni. Canım arkadaşım benim).
Neyse, ctesi günü akşamüstü Hernan ve Vinicius arzı endam eylediler. Bu esnada ben kendi eşyalarımla değil de ev sahibimin eşyalarıyla yaşadığım bir eve ne halt yemeye elin adamlarını çağırdığı sorgulamamaya çabalıyordum. Ne yiyip ne yemediğimi sordular (Müslüman kızın domuzla imtihanı!). “Hindi, tereyağı ve bamya” yemediğim yanıtını aldılar ve markete gidip geldiler. Ben cahilim ya, efendim, meğer bu pek mühim hadiseymiş couch surfing olayında; birlikte yemek yapmak ve muhabbet edip kütlülerimizin güzelliklerini birbirimizle paylaşırmışız. Lakin bunu iki felsefeci ile yapmak saatler alabiliyor, benden söylemesi.
Yemeğimizi yedik, yemek öncesi ve sonrasında kendilerine yorgun olup dışarı çıkmayacağımı ama isterlerse onların çıkmasında hiçbir sakınca olmadığını söyledim. “Yok, biz de seninle kalacağız,” dediler, bir film seçtiler ve film izleyerek geceyi sonlandırdık. Ertesi sabah uzunca bir kahvaltı sonrası toparlanıp evden ayrıldık. Birlikte Egon Schiele sergisini gezdikten sonra vedalaştık. Artık Arjantin ve Brezilya’da da birer evimin olmasının verdiği mutlulukla, soğuktan burnumu çeke çeke ayrıldım Güney Amerika halkıyla. Evde bir hafta Vinicius’un 1 metrelik saçlarını toparladım.

Passau


Ben gezici kitleyi Lindau’ya ikna etmeye çabalamış olsam da, beni “Kışın orası bir naneye benzemez, sen baharda git oraya,” söylemlerine boyun eğip, yüzümüzü Passau’ya döndük. Şubat başında bir ctesi sabahı mümkün olduğunca kalın kılıklarımızla istasyondan yola çıktık. Almanya’da bir yere grupla seyahat etmeyi kolaylaştıran grup tren biletlerini sevgiyle anıyorum. Bölgesel olduklarında şehir içi ulaşımda da kullanabiliyor olmak süper ekonomik çözüm getiriyor.

-neşeli dükkan-

Avrupa’da birkaç şehir görünce hemen şımardım. Bir yerden sonra çok karakteristik bir hadise yoksa hemen hepsi aynı gelmeye başladı. Benzer bir merkezi alan, etrafında benzer dükkânlar, küçük sokaklar, ... Passau’nun farkı şuymuş efendim; Tuna, Inn ve Ilz nehirleri bu şehirde kol kola giriyorlarmış. Benim için şehrin güzelliği tepeli olmasıydı. Münih yaylasında yükseltiye hasret kaldığımdan olsa gerek, şehir gezisine topuklu pabuçla gelen eski çalışma arkadaşımızı ve ihtiyarca kardeşlerimizi (onlar pabuçlarının uygun olmadığını iddia ettiler) geride bırakıp R.B.B. kardeşimle karlı tepelere kaya kaya tırmandık. Yuvarlana yuvarlana indik.


-tırmanık-


-iki nehir birleşmiş, üçüncü görünmüyor-

Bir de dünyanın ikinci en büyük kilise orgu Passau’daki St. Stephen Katedrali’nde yer alıyormuş. Gittim, gördüm ama müzikal ilgi ve bilgimin yetersizliğinden olsa gerek herhangi bir hayranlık duygusu geliştirmedim (duygusuz kadın!).

-kocaman-
Ama kabul etmem gerekir ki gün batımı güzeldi.




Retro Intro


Yazmaya uzun süre ara verince nereden başlayacağımı bilemiyorum. Her arada/molada sonunda böyle bir sıkıntı olacağını bilsem de o arayı kısa tutmayı beceremiyorum. Zaman kullanımı ile ilgili genel sıkıntımın hayatımın her alanına yayılmış olması beni tutarlı kılar mı? Bir nebze.
Münih maceram planlanandan epeyce erken bitti. Bitiş yaklaştıkça son bir telaşla küçük komşu şehirlere, müzelere saldırma enerjisi geldi. Bunun dışında İspanyol kardeşlerimle ara ara “Yeter artık, dinlenelim,” desek de göbeklerimiz bağlı bir şekilde komün hayatının kalorilerinde fink attık.
Tabi ki bu arada bir kere daha ev değiştirdim, Münih’te. En sevdiğim İtalyancı’nın iki blok yanında, Münih’te en çok kaybolmayı becerdiğim Stein – Milch – Preysing caddelerinin göbeğinde, müthiş bir sokakta karanlık mı karanlık bir giriş katına, uyuz Roger’ın evine taşındım, şubat ayı sonunda. Sevgili Roger, evinin yarısını ben ve milyon parça eşyama açıp, dolaplarını tam olarak boşaltmayıp, benden tam kira almayı bildi. Evin konumu süper olmasa, eve bakmaya bir Pazar öğleden sonra sevgili R. L.-A. ile kafalarımız son derece güzelken gitmemiş olsak yine de tutar mıydım bu evi, bilemiyorum. Bu dönemde evde çok zaman geçirmediğim için daha fazla dırdır etmeyeyim. Konumu hakikaten çok güzeldi. Sabahları güzel bir caddeden yürüyordum servise giderken, hafta sonları Münih’in en güzel Türk kadınlarının işlettiği fırında kahvaltımı yapıyordum, yaprak sarması konservesi aldığım Yunan bakkal amca poşetime bir de limon atıyordu, en sevdiğim restoranlara 5-10 dakikada yürüyerek ulaşıyordum. Beni evlat edinmelerine ramak kalan M.Ö. ve İ.H.S.’nin evlerine millet şıkır şıkır kaldırımlarda salınırken ben paspal ev kostümlerimle 3 dakikada varıyordum. J.I.d.C.V.’nin de söylediği gibi, tam bir Haidhausen’li oluyordum ki Ankara bensiz yapamadı.


-Maellemiz güzel-