21 Ağustos 2012 Salı

Introduction to Salzburg

Piran dönüşü "Çocuk bir de Salzburg görsün," diyen nöbetçi ebeyenlerim bir akşam üstü molası bahanesiyle beni şehre götürdüler. İzola'dan mayolarla yola çıkıp, ilerledikçe tişörtleri giyip, Avusturya sınırını geçince paçalılara dönüş yaptık. Piran'da arabadan indiğimizde montlarımıza, hırkalarımıza bürünmüştük.


-Efendim, arabayı bu tepenin altına park ettik. Kayanın altından istifade edelim diyen abilerim ablalarım, otoparkı bu tepenin altına oymayı uygun bulmuşlar.-

Şehre girip merkeze doğru ilerledikçe sankim bir Alman şehrindeymişim gibi hissettim, insanları bir sorguladım, gerçekten başka bir ülkede olup olmadığımız hususunda. Otobüs duraklarının, metronun işaretleri bile aynı fontta ve formattaydı.


- Burası tabi ki ismini hatırlamadığım ana cadde, mağazalar, küçük dükkanlar, kafeler, restoranlar..-


-Paskalya & Christmas dükkanı. Haziran ayında birinci hadise geçmiş, ikincisine aylar varken çıldır çıldır bir vitrinle bizleri selamlıyor. İkinci kısmı sentetik şeker içerse de birinci kısmı Karatay diyetine uygun, aylavyumurta.-


-Olası gelecek dönem ziyaretlerinde gezilesi kale-


-Şehir romantik mi, değil mi tartışmasına yol açan manzara. Tabi ki tartışma bir yere varmadı.-


Şöyle bir dolandık, Mozart'ın doğduğu (?) evin kapısının önünden geçtik (boncuk taktılar bize). Sokaklar pazar ıssızlığındaydı. Kısa çevre turumuz öncesinde rezervasyon yaptığımız restorana ulaştık. Bir yaklaşık sonuç olsa da hakiki Viyana şinitzel yeme umuduyla siparişlerimizi verdik. Bu esnada bu huysuz bünyenin tereyağıyla olan amansız savaşı unutulmuştu ve aynı bünye açıktan ölmekteydi. Neyse, efedim, siparişlerimiz masamıza ulaştı ve çok cüretkar bir tereyağı kokusu dalgası suratıma tokat gibi çarptı! Meğer güzelim etlerimiz kabus tereyağında kızartılmış da gelmiş. Açlık beni bir yemek bekleme süresine daha cesurca göğüs germekten alıkoydu ve ağlaya ağlaya yedim yemeğimi. Soğuma hızını artıran hava daha fazla gebeşmemize mani oldu ve yağmurlu Münihimize doğru siliceklerimizi çalıştırdık.


-Gözyaşlarımızı Bitti mi Sandın Restoranı-

Sabrın Sınırlarının İzmirlilerle Sınanması

22.45'te İzmir havaalanına indim. Hızla terminale transfer olduk ve yine hızla valizimi aldım (üstün başarı göstererek ön koltuğa bıraktığım cüzdanımı bana ulaştıran uçaktaşıma saygılarımı sunuyorum). 

Salı günü ulaşıp anlaştığım transfer firması ortalıkta görünmüyordu. Aradığımda 24:00te alacaklarını söylediler. Eyvallah, dedim, herhalde yanlış anladım. Saat gece yarısını geçti. Sabrım kırıntı seviyesine ulaştığında telefonum çaldı ve 10 dakikaya beni alacaklarını, bir üst katta beklememi söylediler. 15 dakika sonra geldi araç. 

Bindikten hemen sonra klimayı kısmasını rica ettim şofôrden. -Klima mı? -Evet. 3-4 dakika sonra benzinlikte durduk. Kola ve enerji içeceği takviyesi. Uykulu şoför, harika! 

Yanlış bilgilendirilmem ve üzerine bekletilmem sonrasında beni bekleyen insanları da bekletiyor olmama iliskin aldığım cevap, benden önce gelen ve geç alındığı için çıngar çıkartan "yabancı uyruklu" bayanın (Alman) zaptedilememesinden dolayı benim geç alındığım yönünde oldu. -Camı kapatabilir misiniz? -Camı mı? -Evet.

Bu arada enerji içeceği bitti ve kola açıldı. Klima soğutma testi üst limitlerinde dolaştı. -Klima mı? -Evet. Arada yine cam. Sonra klima. Sonra kola. Ayrıca uçaktan ilk inenle son inen arasında en az 22 dakika fark olur. Klima.

Zatürre olmayı göze alıyor ve susuyorum; uykulu, inatçı ve rahat şoför karşısında. Sadece tek parça -sinirler un ufak olsa da bedenen- ulaşmayı planlıyorum hedef noktasına.

19 Ağustos 2012 Pazar

Piran

Münih'teki ebeveynlerim M.Ö. ve İ.H.S.'nin velayetinde ve de R.d.N. eşliğinde basık mı basık bir haziran öğle sonrasında Piran'a doğru yola çıktık. Birkaç gün öncesine kadar Hırvatistan'a gideceğimizi sanıyordum ancak Piran'ın Slovenya'nın sevimlisi olduğunu yola çıkmadan önce öğrenmiştim (aferin bana). Bon Iver çınladı ilk kilometrelerimizde kulaklarımızda, hafta sonumuzun güzel geçeceğini müjdeleyerek.

En sevdiğim yolculuk şeklinin biralı yolculuk olması, bu yolculuğun sık sık çiş molaları ile bölünmesine sebep olmuştur hep. Molalarda havanın giderek ısınmasını beklerken Avusturya sınırını geçtikten sonra pek sevimli dağlarla karşılaşınca yanıma aldığım kalın kıyafet listesini gözden geçirmem gerekti.


-Dumanlı dumanlıııı..-

Gece yarısına doğru Piran'a ulaştık, eşyaları otele atıp sahile doğru yürüdük. Dondurmalarımız eşliğinde  sahil boyunca bilmiş bilmiş Piran gece hayatını eşeledikten sonra ekibi sonsuz eğlenceyle başbaşa bıraktım ve başağrısından arınma umuduyla uykuya daldım.

Cumartesi sabahı pek tabi ki erkenden uyanıp kendimi yokuşlu ve dar Piran sokaklarına attım.


Meydana ulaştıktan sonra hafiften doğuya yönelerek önce marinayı geçtim, sonra şehrin trafiğe kapanma noktasına ve korkunç oteller yöresine doğru yürüyüşüme devam ettim.


-Meydan, marinanın arkasında kalıyor-


-Çağrışım rahatsızlığımdan kaynaklı Cunda anımsaması-


-Gün içindeki dolanmalarımızda da hem fikir olduğumuz üzere, olası bir ikinci ziyarette kalmaya çabalayacağımız otel-

Otele döndüğümde halk ayaklanmıştı ve sahilde gece cıstak barlık yapıp gündüz iyi aile evladı kafeliği yapan bir yerde kahveyle yunmak üzere oteli terk etmişti. Kendilerine ulaşana kadar öncelikle pazara uğradım ve nektarinle incir aldım, kendileriyle bir kahve içtikten sonra otele gidip, otelin resepsiyonisti/temizlikçisi/aşçısı ve sahibi olan cool/neşeli amcanın "ama bak bir şeyler yemezsen hasta olursun" ısrarlarına dayanamayarak hızlı bir kahvaltı ettim.


-Az yedim, model tuttum-

Gün ilerlerken oradan buraya dolanıp en sonunda sabah gittiğimiz kafeye konuşlanıp, denize bu noktadan girmeye karar verdik, deniz enfes mavi, pırıl pırıl temiz ve muhteşem bir soğukluktaydı. Beklediğimizden bir miktar soğuktu Adriyatik efendi.



-Şehir, uzunca bir burundan ibaret-

Öğle yemeğimizde cevapcici yemeye karar verdik ve yola düşmeden notunu aldığımız köfteciye yollandık. Münih'te yediklerimizden bin kat lezzetli, İnegöl köfteyi anımsatan pek lezzetli köftelere yumulduk. Ve Piran'a adım attığımızdan bu yana olduğu üzere yine çok az bir ücret ödedik.


-köpteeeee-


-Şehrin kilisesinin yanındaki kule. Obesesif bir şekilde şehrin orasından burasından çekmişim fotolarını. Tam ayrılmadan önce tırmanma fırsatını buldum. 1609 yılında inşa edilmiş, 47.2m'ymiş yüksekliği ve 146 basamakla ulaşılıyormuş.-



-Kuleden, muhteşem deniz-


-Kuleden, şehrin sırtındaki surlar. pazar sabahı erken saatte tırmandım o bölgeye, ziyaret saati olmadığı için yeterince eşeleyemedim.-


-Kuleden, şehir meydanı. Ctesi sabahtan öğle sonrasına kadar ikinci el ve antika eşyaların satıldığı bir pazar kuruluydu. Başta bir şey almama yönünde çabalamış olsam da ilk olarak resimli/yazısız bir çocuk kitabı aldım. Sonra satıcı tutturdu bir tane daha seç, benden sana hediye olsun diye. Şimdi kitaplığımda, sabırlı bir günümde sözlük marifetiyle okumayı planladığım bir Slovence bir kitabım var. Tabi ki hızımı alamadım. Lepa Beseda diye bir yayınevi varmış, bu yayınevi "daha güzel bir dünya" için kitaplar basarmış. Ben de kendilerinden pek güzel iki çocuk kitabı aldım, bu sefer İngilizce. Rose the Giraffe'ın sürmeli gözleriyle selamlaştık, sırada The Best Birthday Present Ever var.-


-Rose-


-Meydandan, kule-

Piran'da karşılaştığım tek pahalı hadise yiyecek pazarıydı. O da gördüğüm birkaç Avrupa pazarıyla aynı fiyat aralığındaydı. Bunun haricinde yeme-içme son derece ekonomikti. Satıcılar son derece içten ve tok gözlüydü; geneli bir şey almaya kalkıştığımda 1-2 tanesini de hediye olarak veriyordu.


-Öğle sonrasının ilk yarısında güneşi yakalma umuduyla "indiğimiz" nüdist plaj. Güneşin bulutların ardına saklanması yetmedi, envai çeşit nüdistin orasına burasına basmadan devrilebileceğimiz bir düzlem parçası bulabilmek için taşların üzerinde cambazlık yaptık. Sabah ve akşam üstü deniz girdiğimiz bölgede plaj bulunmuyor, kaldırımın bitimdeki kayalıklardan denize giriliyor. Ancak deniz, bu tarafa kıyasla çok daha sakin ve yosunsuz.-


-Meydana yakın bir ara sokakta su içilmez bir çeşme-

Akşam yemeği için yolculuk öncesi İ.H.S.'nin arayıp bulduğu restoranları denemek istedik, en hoşumuza gidende yer bulamadık, ikinci en iyi seçeneğimizde kalamarlar ve balıklarla  Fransa'nın kupadan elenmesine kulak kabarttık. Denizli şehirde olduğumuz için daha fazla meze, daha çok balık çeşidi beklentisi içerisindeydim ancak minimalist bir menüyle karşılaştık. Lakin yemekler gayet lezzetliydi.

Yemek sonrasında sahildeki bir kafede Blue Angel Gang'i dinleyip otelimize yollandık.

Ertesi sabah kahvaltı sonrası şehirle küçük veda işlerimizi halletik ve İtalya'ya biraz daha yakın mesafedeki İzola'ya uğradık. Çok daha kalabalık, sıkışık, sıcak ve Piran'a kıyasla daha "şehir" olan İzola'da normalde bir yaşlı (körler?) bakım evinin plajı olup onların gelmediği saatlerde halka açık olan plajda birkaç saat gebeştikten sonra güneşli ve denizli Slovenya ile vedalaşıp kasvetli Bavyera topraklarına doğru yola koyulduk.


9 Ağustos 2012 Perşembe

Oğullar ve Rencide Ruhlar

Pazartesi sabahı kendimi ittire kaktıra servise bindiğimde oradan buraya atlamaya pek meraklı Don Juan'ın o sabah çantama atlama konusunda hevesli olmadığını fark ettim. Yolun yettiği ölçüde Cancion sin Fin'i dinledikten sonra kendime küfrede küfrede ofise yürüdüm; iş çıkışı dişçiye, oradan eve gidiş yolunda kitapsız geçireceğim zamanı düşünerek. Ofiste acil durumlar -sabah şapşallığı, sabah yola çıktığım kitabı aniden bitirme, vs.- için kitap bulundurmaya o an karar verdim.

Masama ulaştığımda yeşil kapağıyla Alper Canıgüz'ün Oğullar ve Rencide Ruhlar kitabını buldum, klavyemin önünde. Açgözlülüğümden okumadağım 100+ kitabım bulunduğu için kimseden kitap almamaya özen göstermeme rağmen en sevdiğim gençlerden O.A.'nın (20+) bu muhteşem sürprizini neşeyle karşıladım.

Dişçi yolunda sakin ama gizli bir neşe yayan sayfaları okumaya başladığımda kitabın devamına ilişkin fikrim, devamının da muhteşem karakter Alper Kamu'nun (Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürümeye başlar.) nasıl bir velet olduğuna dair bir roman okuyacağım yönündeydi. Ama komple yanılmışım ki yaşasın da yaşasın!

Haftamı, iş kanununun izin verdiği azami çalışma saatini ofiste çırpınarak geçirdiğim için kitaba istediğim zamanı ayıramadım. Çünkü tanışma sayfalarının devamında "bir solukta okuma" isteğiyle kıvranmaya başladım. Kısmet tabi..

Bu akşam, pek tabi ilave mesai sonrası, Ankara turu yaptıktan sonra beni evime ulaştıran servisten sıcaktan hobbit ayaklarımın izin verdiği ölçüde koşarak evime ulaştım ve açık olmakla artık canımı yakmaya başlamış gözlerime aldırmadan okuma ekipmanlarımla -bira ve çekirdek- evin tek serin noktası balkonuma kitapla birlikte intikal ettim. 

Muhteşem bir hazla son 50 küsür sayfamı da okuyarak kitapla vedalaştım. Çok sevdiğim, muhabbetine bayıldığım ama muhabbet esnasında "yarebbim, noolur ben de iki çift laf edeyim!" diye gözüne baktığım bir sevdiğimin gözünün içine bakar gibi hissettim kendimi sayfaları yalayıp yutarken, "Amaaan, ben konuşsam bundan güzel laf mı çıkardı sanki ağzımdan?" itirafıyla birlikte. Zaman zaman Murat Menteş okur gibi hissettim kendimi ki, kitap sonrası gugıl marifetiyle Alper Canıgüz'ün Murat Menteş'le ruh eşi olduğunu -ve (bence) çift yumurta ikizi olabilirler, MM'nin muhafazakar havasından daha serbest ve de muhafazakarlıktan uzak rahat halleriyle- ve kaderin oyunuyla bir röportaj marifetiyle tanış olduklarını, sonrasında afili filinta bayrağını omuz omuza salladıklarını öğrendim.

Okumam gereken -gerek çünkü eksik hissederim okumazsam o satırları- iki kitabı daha varmış: Tatlı Rüyalar ve Gizliajans. Muhteşem yaratık -bir nevi cüce iblis- Alper Kamu'nun yeni macerası da yoldaymış. 

Okuma açlığıma rağmen sıklıkla beni mutlu edecek yazar ve kitapları ıskalıyorum; kitap 2004 tarihli. Geç de olsa güzel.

O zaman, nedense, insanın Tanrı'yı görmeye katlanamadığı için ışığa ihtiyaç duyduğu gibi tuhaf bir fikre kapılıverdim. Karanlık Tanrı'nın ta kendisiydi. Size şahdamarınızdan daha yakın, her yerde olan ve gören, her zaman sizi sarmalayan başka kim olabilirdi ki? Siz onu göremezdiniz çünkü ışığın ardına saklanırdı.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Neue Pinakothek

Pinakothek maceralarıma Altes Pinakothek ile yanlış bir başlangıç yapmış olmamın pişmanlığını halen hissediyorum. Modern Pinakothek'e ağzım açık ziyaretlerim sonrasında yolumu Neue Pinakothek'e de düşürmeyi başardım. Hoş, bir zamanlama ustası olarak müzenin kapanmasına 3 saat kala gezmeye başlamış olsam da gayet güzel vakit geçirdim.

Efendim, müzenin tonton görevlilerinden bir beyefendi görsel gezime alt kattan başlamamı önerdi. Girişin altında yer alan galeride yer alan M for Myth sergisi -ki 2013 Ocak'a kadar devam ediyor- beni masalların, perilerin, uçuşan tüllerin ve görkemli atların resimleri ve heykelleri ile sarmaladı.


-Amazone (1897) / Franz von Stuck-


-Amor Entflient (1881) / Edmund Friedrich Kanoldt-

Müzenin giriş katına döndükten sonra galerileri dolamaya başladım. Resimlerin ve az sayıdaki heykellerin pek çoğu beni mutlu edecek derecede (açıklaması zor) güzeldi. Hafif bir eğimle önce tırmandıran, sonra aşağıya yönlendiren bir sıralaması vardı, galerilerin. Tek sıkıntı, tuvalet için tüm salonları gerisin geriye dönüp alt kata inme zorunluluğu oldu. 

Müzeyle tam flört ederken ayrılmam gerekti, kapanış saatiyle birlikte. Bakalım süpersonik hızda geçtiğim galerileri yeniden ziyaret etme fırsatım olacak mı?


-Müze boyunca iç avluya bakan böyle bir "ışıklık" var. Genelinde heykeller yer alıyor. Çiş molalarında buradan koşarak aşağıya inmek zaman kazandırıyor-


-Die Sandalenbinderin (1817) / Rudolph (Ridolfo) Schadow. Müzeyi gezerken acaba bir resme baktığımda kendimi görür müyüm diye düşünürken bu heykeli gördüm. Bundan sonra alacağım papuçlardan kimse sorumlu değildir.-


-Junge Bauerin mit drei Kindern im Fenster (1840) / Ferdinand Georg Waldmüller. Bu resim bende tam olarak mutluluk hissiyatı uyandırdı. Şimdi bir posteri salonumun duvarından bana gülümsüyor.-